top of page

Arama Sonuçları

Boş arama ile 338 sonuç bulundu

  • Zeytin

    Zeytin - Tarih Sabah kahvaltılarının vazgeçilmesi, yağı ile yemeklerin lezzeti, lambalar, kozmetik ilaç ile insanlığa ağacından yaprağına kadar faydası olan bir meyve olan zeytinin tarihi ise: Bir çok mitolojide, dinde,  şiirde, günlük yaşamda kültür de sembol haline gelen zeytin, ağacı ve yağı. Güç, zenginlik, bereket, doğurganlık temsil eder. Eski mısırlarda tanrıça İsis’in insanlığa verdiği berektir. Roma mitolojisine göre Kuzey Afrika’dan Herkül getirir. Ve Herkül’ün asası zeytin ağacının gövdesindendir. Tanrı Minerva zeytin ağacının yetişmesini, yağının nasıl çıkarılmasını öğretir. Bazı inanışa göre Adem’in mezarı üzerindeki topraktan yetişir ilk zeytin ağacı. Yunan Mitolojisine göre, deniz tanrısı Posedion ile barış akıl tanrısı Athena arasındaki bir yarışmadan doğmuştur. Attika kenti için en faydalı hediyeyi getiren kazanır yarışmayı. Posedion mızrağı ile kayaya vurarak pınar ortaya çıkarırken Athena ise mızrağını toprağa vurarak barışın sembolü, besin yakıt kaynağı olan zeytin ağacını ortaya çıkarır.  Bir de taç giyme, atama törenlerinde krallara, imparatorlara, psikoslara sürülen bir madde olmuştur zeytin yağı. Romalılar yıkandıktan sonra zeytin yapı ile vücutlarını ovarlardı. Atletik karşılaşmalardan sonra örselenmiş, çizilmiş yerlerini iyileştirmek için yine yağ sürerken, saçların parlaklığını artırmak, kelliği önlemek için yine zeytinin yağını kullanmışlardır. Defne, susam, gül, ardıç, reçine, nane, adaçayı gibi yaprak ve çiçekler zeytinyağı ile karıştırılarak egzotik karışımlar da elde edilmiştir. Zeytinin yaprağı ateş düşürücü, sıtma hastalığı içinde kullanılmıştır. Homeros zeytin yağına “sıvı altın” demiştir. Filozof Demikritos bal-zeytinyağından oluşan diyet ile insanın yüz yaşına kadar yaşayabileceğini söyler. Atinalı yönetici Solon: zeytin ağaçlarını korumak için yasalar çıkarmıştır: bir zeytinlikte yılda ancak iki ağaç kesilebilir. Aksi halde ağır cezalar hatta idama kadar cezası vardır: Solon ihraç edilecek tek ürünün zeytin yağı olacağını ilan ettiğinde kıyılardaki ormanlar kesilerek yerine zeytin ağacının dikilmesine yol açmıştır. Hammurabi Kanunları zeytin ağacının bir yıl içinde iki ayaktan fazla budamayı ölümle cezalandırmıştır. Kitab-ı Mukaddes’te Tufan’dan sonra Nuh peygambere zeytin dalı gelmiştir; felaketin bitişi bir beyaz güvercinin ağzında getirdiği zeytin dalı ile müjdelenmiştir. Kudus’te zeylin dağı vardır. İbrahinilerin kralı Davud kendine ait zeytinlikleri ve depoları vardı ve bunları korumak için atadığı adamlar vardı. Romalı şair Vergilius: Sende o soylu zeytinlerden yetiştireceksin; Barışın sevgilisinden… Ayrıca İsa’nın çivilendiği çarmıh zeytin ağacından yapıldığı söylenir. Savaşlarda zeytinlikler hedef alınır; yokluğu hem gıda kaynağı hem psikolojik darbedir çünkü. İsrail’in ilk kralı Saul taç giydiğinde zeytinyağını alnına sürer. Frankların ilk kralı Clouis I.Lois olarak taç giydiğinde o da aynısını yapar. İzmir Seferihisar'daki Teos Antik Kenti'ndeki 2 bin yıllık zeytin ağacı Umay Nine Ağacı olarak bilinir ve hala meyvesini verir; Umay, Türk mitolojisinde annelik, doğurganlık, üretkenlik, koruyuculuk gibi kavramları somutlaştıran bir tanrıçadır. Zeytin doğanın insanlığa en faydalı meyvelerinden biridir. Başta ağacı olmak üzere her şeyinden faydalanılmıştır. Zeytin her şeyiyle insanoğlu için bir mucize… Zeytin - Tarih

  • NE ÇOK GELECEK NE AZ ZAMAN - YİRMİNCİ YÜZYIL TRAJEDİLERİ - Kitap Tavsiyeleri

    NE ÇOK GELECEK NE AZ ZAMAN YİRMİNCİ YÜZYIL TRAJEDİLERİ - Kitap Tavsiyeleri İlyas TUNÇ Yayınevi: Metis Yayınları Tür:Araştırma-İnceleme Basım Tarihi:2025 Sayfa Sayısı:239 Yakın geçmişsimizdeki siyasi, etnik, dinsel insan katliamlarının hikayelerini anlatır kitabımız. Kısa kısa başlıklar altında okuyacağınız bu hikayeler, dünyanın her yerindeki acımazsızlığı, yobazlığı, vahşeti cümleleriyle gözlerinizin önüne getirir. Yaşanan bölgesel savaşlar ve her an için nefesini ensemizde hissettiğimiz nükleer savaş tehlikesini yaşadığımız günümüzde, bu kitapla ne çok geleceğimiz var, ama ne az zamanımız var diyeceğiz. Zamansız olan kadın, erkek, yaşlı, genç, çocuk, bebelerin seslerini duyacağınız bir kitap. Kitabımızı okuyacaklar için de şunu da belirtmek lazım ki yazarımız, Sözde Ermeni Soykırımı ve Dersim Olayları ile ilgili başlıkları vardır.   NE ÇOK GELECEK NE AZ ZAMANYİRMİNCİ YÜZYIL TRAJEDİLERİ - Kitap Tavsiyeleri

  • KÖLE GEMİSİ - İnsanlık Tarihinde Bir Yolculuk -Kitap Tavsiyesi

    KÖLE GEMİSİ - İnsanlık Tarihinde Bir Yolculuk -Kitap Tavsiyesi Marcus REDIKER Çeviren:Dilek ŞENDİL Tür: Araştırma-İnceleme-Tarih Yayınevi: Alfa Yayınları Basım Tarihi:2023 Sayfa Sayısı:476 15.yüzyıl sonu ve 19.yüzyıl sonu arası, Atlantik köle ticaretini köle gemilerinden, ticareti yapanların gözünden anlatan bir akademik kitap. Cümleleriyle, satırlarıyla, belgesel izliyormuşçasına, elinizden bırakamayacağınız bu kitap, size insanlık tarihinin önemli konularından biri olan, köleliği farklı bakış açılarıyla anlatmıştır.  Afrika’nın yerlileri şeker, tütün, pirinç gibi büyük tarımsal alanlarda, ucuz işçi olarak çalıştırmak için zorla topraklarından, vatanlarından koparıldılar. Beyaz adamlara çalışmak yerine ölümü yeğleyen köleler, ya intihar etmeyi denediler ya yemek yememeyi ya da gemiyi ele geçirmeyi. Hepsinde de sonuç, diğer kölelere gözdağı vermek amacıyla da, ya kırbaçlandılar, ya uzuvları kesilip gemileri takip eden köpek balıklarına yem olarak verildi. Ya tecavüz edildi ya da çeşitli işkencelerden geçirildi… Kaptanların seyir defterlerine yazdıkları, görgü tanığı olan denizciler ve kölelerin anlatıları ve mahkeme kayıtlarına dayalı bu kitap, George Washington Kitap Ödülü, Amerika Tarihçiler Birliği Merle Curti Ödülü ve Amerikan Tarih Derneği James A. Rawley Ödülünü almıştır. KÖLE GEMİSİ - İnsanlık Tarihinde Bir Yolculuk -Kitap Tavsiyesi

  • OSMANLI DEVLETİ’NDE GİYİM KUŞAM -Tarih

    OSMANLI DEVLETİ’NDE GİYİM KUŞAM -Tarih Giyim kuşam ilk insanlarla birlikte tarih sahnesinde varolmuş, değerli eşyalarımızdan biridir. İlk insanlar doğanın sert yüzüne karşı bedenleri koruyabilmek için kıyafetler üretmiştir. Zaman içerisinde de kıyafetler hem doğaya karşı alınan önlemlerden biri olmaya devam ederken hem de maddiyatın, mensup olduğun sınıfın, mesleğin, şıklığın göstergelerinden biri olmuştur. Osmanlı İmparatoru’ndaki kılık-kıyafeti anlamak istiyorsak, öncelikle Osmanlı toplumsal yapısını, dinini, kültürünü ve coğrafyasını bilmek lazımdır. Osmanlı imparatorluğu bir İslam devletidir. Osmanlı tebaası da Müslim ve gayrimüslim olarak ikiye ayrılarak, Millet Sistemi’ne göre toplum yapılanmıştır; gayrimüslim dini cemaatlerin kendi hukuk sistemini uyguladığı bir idari ve hukuki yapıdır. Osmanlı İmparatorluğu’nda hukuk olup Şer-i ve Örfi olmak üzere ikiye ayrılmıştır. Şer’i hukuk İslam kaynaklarından olan Kuran ve Sünnet’e göre oluşturulmuşken, örfi hukuk ise padişahın irade ve fermanlarından oluşmuştur. Bütün bunlar göz önünde tutularak İslam devletlerinde,Müslim ve gayrimüslim halka, başta kıyafet olmak üzere mesken ve davranış biçimlerine göre düzenlemeler getirilmiştir. Osmanlı’da kıyafet konusuna girmeden önce İslam devletlerinden örnekler vererek bu konudaki düzenlemelerden bahsedelim. Hz. Muhammet zamanında gayrimüslimler,” zimmi” statüsüne sahip olmuşlardır. Ancak gayrimüslimlere yönelik giyim, mesken ve davranışlara göre yasakların olduğuna dair yazarlar bir şey bulamamıştır. Bununla beraber “ Kim bir kavme benzerse o da onlardandır ” hadisi ve bunun gibi hadisler öne sürülerek peygamber döneminde Müslümanların farklı giyinmesine yönelik yaklaşımın olduğunu savunan yazarlar vardır. Emevi Devleti halifesi II.Ömer, döneminde Müslümanların, taklit edilmemesi konusunda yasaklar koyulmuştur. Abbasi Halifesi Harun Reşid’de kıyafet konusunda Müslim ve gayrimüslimlerin farklı olmasını emretmiştir.  Diğer bir Abbasi halifesi Mütevkkil döneminde farklılık konusunda, ne giyilip giyilmeyeceği konusundan kesin emirler verirken, gayrimüslim kıyafetlerinde sarı renk şartı konulmuştur. Beyaz başlıklar Müslümanlara, yeşil başlıklar ise Müslümanlar arasındaki seyitlere mahsus olmuştur. Musevilere sarı, Hıristiyanlara mavi, kırmızı ise Musevi mezhebinden Samirilere zorunlu kılınmıştır. Büyük Selçuklu yönetimde ise kaynaklar, düzenlemelere yönelik ısrarcı bir tutumun olmadığını söyler. Abbasi veziri Ebu Şüca, gayrimüslimlere ayırt edici kıyafetleri zorunlu kıldığı için Melikşah ve Nizamımülk tarafından azledilmiştir. Anadolu Selçuklularında kısıtlamaya dair bir şey bulunmazken, Moğolların Anadolu’yu işgal ettikten sonra Anadolu Umumi Valisi Timurtaş, gayrimüslimlere bazı kıyafet yasakları getirmiştir. İbn-i Batuta Denizli’de Rum erkeklerinin, beyaz ve kırmızı renkteki uzun külahlarını ve kadınların başlarına doladıkları büyük salgıları anlatmıştır. Antalya’da duvarlarla çevrili cemaat mahallerinden bahsetmektedir. Yukarıda da bahsettiğimiz gibi Osmanlı, bir İslam devleti olduğundan toplum düzenlemeleri de buna göre olmuştur. Örneğin şehirlerde mahalleler dine göre inşa edilecek; Müslüman mahallesi ile Hıristiyan mahallesi gibi. Müslüman şehirlerde kilise inşa edilmeyecek, tamir edilmeyecek( ola ki ederse para cezası, mabedin yıkılması gibi cezalar verilir) Gayrimüslimler, dini ritüellerini toplum içerisinde açıkça gerçekleştirilmeyecek, haç ve dini kitaplar sergilenmeyecek. Ata binerken eyer takılmayacak, silah taşınmayacak, mezarları farklı olacak, Müslümanların kıyafetleri taklit edilmeyecek… gibi. Osmanlı yöneticileri öncelikle fethettikleri bölgedeki kiliseleri şeriata göre belirlemiş ve istisnalar hariç yeni bir kilise inşasına izin vermemişlerdir. Ayrıca gayrimüslimlerin köle sahibi olmaları, Müslüman mahallerinde oturmaları şeriata göre belirlenerek kısıtlamalar getirilmiştir. Kıyafet yasaklarına dair kısıtlamalar Osmanlı’nın erken döneminden itibaren varolmuştur. Ama 17.ve18.yüzyıllardaki bu konuda fermanların daha sık çıktığını görürüz. Saray erkanına geldiğimizde ise, II. Mehmet’ten önce padişahların divan üyelerinden zorlukla ayırırken, II.Mehmet devlet erkanının giyim kuşamını Kanunnamelerle belirli şartlar altında belirlemiştir. Osmanlı’da gayrimüslimler ata binemez, ipekli kumaşlar,samur,  kürkler giyemez, yolda yürürken bir Müslümanla karşılarsa ona yol vermeli, Müslüman evlerinden yüksek evler inşa edilmemelidir. III.Murad dönemin Rumeli Kazaskerliğine tayin edilen Abdulkerim Efendi, gayrimüslimlere şapka giyme zorunluluğunun koyulmasını ve renklerin belirlenmesinde önemli olmuştur. 1574 yılında Osmanlı topraklarında olan H.U.Krafft, “ Hıristiyanların yapması gerektiği gibi ” kırmızı ve mavi çizgileri olan başlığı taktığını ve bu başlığın Ermeniler tarafından takıldığını yazmıştır. Yine bir başka fermanda şunu okuruz:  1580 yılının Mayıs ayında çıkarılan bir düzenleme ile Yahudilerin kırmızı, Hıristiyanların ise siyah serpuşlar takması zorunlu tutulmuştur. Müslümanlar sarı ayakkabı,Yahudiler ise siyah ayakkabı giymek zorundadır. Osmanlı’da renklerdeki farklılık sadece Yahudi, Hıristiyan, Müslüman olarak dine özgü kılınmamış, Musevi, Ermeni, Rum gibi milletlerine göre de ayarlanmıştır. Gayrimüslimlerin kıyafetleri incelediğinde gök mavi, mora çalan koyu mavi, kül rengi/gri, siyah, kırmızı,  Müslümanlara has olan beyaz tülbent ve seyitlere- şeriflere atfedilen yeşil sarık zimmîlere yasaktır. Ayrıca gayrimüslim kadınlar peçe takamazken, erkekler de sarık takamaz, onun yerine kalpak, şapka takarlar ve şapkalarının etraflarını da bir tülbentle sarıp sarık hailen getiremezler. Sarık yasağı III. Murat dönemi getirilmiştir. Hocası Vakurzadenin etkisiyle. Daha önce her cemattin kendisine has sarık renkleri vardı. Müslümanlar beyaz, Ortodokslar gök mavi, Ermeniler alaca, Yahudiler ise sarı renkte sarık takarlardı. Renkler konusunda farklı tarihlerde farklı kararlar alınmıştır; 1568 yılındaki fermanda, zimmîlerin mavi kıyafet giyip, yarı pembe kuşak bağlamalarından ve siyah ayakkabı giymelerinden bahsedir. 1759 tarihli fermanda zimmîlerin, mavi ve mor çuhalar giymesi gerektiği; 1598 fermana göre de Ermeniler başlarına karışık renkli kuşaklar bağlayıp, içlerine giydikleri siyah, ayakkabıları da mavi olacaktır. Yahudiler ise mavi ve siyah feraceler giyecek, içlerine giydikleri dolamalarda siyah ve mavi olacaktır. 1582 fermanda, Yahudilerin kırmızı şapka, Hıristiyanların siyah şapka giymeleri gerektiği belirtilmektedir. Durand de Fontmagne, giyim kuşamın sosyal hayatındaki etkisini söyle ifade etmiştir : Şarkta bir kadının, hangi milletten olduğunu anlamak için yüzüne örtü örtüp örtmediğine bakmak yetiyor. Rumlar ile Frenklerin yüzleri açık, Yahudilerle Ermenilerin yarısı örtülü, Türkler ise yalnızca gözlerini açıkta bırakıyor. Kıyafet konusundaki bu farklılıklar kumaşların kalitesinde de kendisini göstermektedir. Kumaşlar arasında bir hiyerarşi vardı. Gayrimüslimler alt kademelerde bulunan kumaşları kullanmak zorundadır. Ayakkabılar da yine bir farklılık muhakkak olmalıydı. Kumaşların cinsi ait olunan millete, dine göre belirlenmiştir. Örneğin ipek kumaşları Müslümanlar giyebilirken, samur da sadece Müslümanlara ait bir şeydi. Fakat ekonomin giderek bozulması üzerine hem ithalatı azaltıp, yerli bir ekonomi oluşturmak, hem de sosyal bir mesele haline gelmemesi için bazı kumaşlara da yasak getirilmiştir. Örneğin Hint ve Acem şallarının pahalılığı nedeniyle gündeme gelmiştir. İstanbul’da oluşan kalyoncu modası ile işsiz güçsüz gençler bile başlarına pahalı şallardan sarıklar sarmaya başlayınca II.Mahmut , kalyoncular dışındakilerin şal sarmasını yasaklamıştır. I.Abdulhamit 1776 yılında yayınladığı elbise nizamnamesinde lüks kumaş tüketiminin yarattığı ekonomik darlığı belirtmiş. Ayrıca, ulema mensupları ve vezirlere mahsus çiçekli kaftanlar, değerli kürk, entari, şal ve benzeri giysilerin kullanılması devlet ricalini rahatsız etmiştir. Giysilerin amaçlarından saptırılarak lüks ve gösteriş içinde tüketilmesi devlet elitleri için bir meydan okuma olarak algılanmıştır. Cezalara gelirsek, para cezası, falakaya yatırma cezası verilir genelde. 26 Şubat 1556 tarihli bir fermanda kafir suretine girip, şapka ve kafir libasıyla hırsızlık yapan suçluların siyaset cezasına çarptırıldıklarını belirtir. Saray içinde olan gayrimüslimler, bizzat padişah tarafından imtiyazlı olduklarından bu yasaklardan muaf tutulmuştur. Örneğin, II. Mehmet’in doktoru Yahudi Hekim Yakub ve Sultan Süleyman’ın doktoru Moses Homon gibi. Hekim Etibbadan Mosi veled-i Nesime, Sultan Ahmet tarafından imtiyaz verilir ve ata biner,  samur başlık takar. Fakat halk bunu görünce fermanla kadıya imtiyaz verildiği söylenmiştir. Başta kıyafet olmak üzere, mesken ve davranışlardaki Müslim- gayrimüslim farkını anlamanın yolu şeraitin, gayrimüslimin zimmî canını, malını, ırzını garanti altına alırken, Müslümanların ehl-i kitaptan daha üstün konumda olması gerektiğini söylediği için bu tür düzenlemelere, ayrımlara gidildiği söylenmiştir. Lale Devriyle birlikte Osmanlı yüzünü Batıya dönmeye başlarken, Müslüman kadınlar da geleneksel giyim kurallarını gevşetmeye başlamışlardır. Sultan III.Ahmet, İstanbul kadısı, Yeniçeri Ağası ve hassa bostanbaşıya gönderdiği hükümde: yaramaz kadınların halkı baştan çıkarmak amacıyla sokaklarda süslü püslü gezdikleri, libaslarında çeşit çeşit bidatler göstermeğe, gayrimüslim kadınlara özenerek serpuşlarına değişik şekiller uygulamaya başladıkları ve bunların iffetli kadınları baştan çıkaracak dereceye ulaştığı, hatta kocalarından böyle giysiler isteyerek aile içinde huzursuzluk yaşamaları, maddi gücü olmayanların ya da gücü yettiği halde eşlerinin o şekilde giyinmelerine istemeyenler boşanmanın eşiğine geldiğinden bu tür garip giysiler kesinlikle yasaklanmıştır. 1751 tarihinde ise hassa bostanbaşına gönderilen bir fermanda: Baharın gelmesiyle kadınların bazılarının gezme bahanesiyle Üsküdar’dan Kısıklı, Burgurlu, Çamlıca ve Merdivenköy, bazılarının da Beykoz’dan …… denilen yerlere arabalarla gittikleri ve buralarda açık seçik dolaştıkları, çeşitli rezalet çıkardıkları öğrenildiği; bundan böyle kadınların arabalarla buralara gitmelerinin yasaklandığı, giden kadınlar ve onları götüren arabacıların şiddetle cezalandırılacağını bildirilmiştir. 1783 tarihli bir fermanda da, askeri sınıfa mensup kişilerin giydiği kıyafetlerin artan sıklıkla esnaf ve diğer kimseler tarafından kullanılmasına izin verilmemesi gerektiği belirtilmiştir. Tanzimat dönemiyle birlikte kadınların gündelik yaşamı hemen hemen her alanda değiştiği görülmüştür. Batıdan gelen değişim, kumaşlardan dikilen kıyafetlere ve bu kıyafetlerin tamamlayıcısı olarak takılara, süslere dek görülmekteydi. Bu dönüşümün yaşandığı zamanlarda, İstanbul’a gelen Batılı ziyaretçiler kadınları ikiye ayırmışlardır; birincisi ince ve renkli peçelerle değişimi hissettiren kadınlar, ikincisi kapkara çarşaflar içinde gözleri bile görünmeyen, yani değişimi yansıtmayan kadınlar. Tanzimat ile birlikte özelikle feracelerde renkler artmaya başlamıştır. Sade olan feraceler artık taş ve kurdelelerle şekillenmeye başlamıştır. Ayrıca kadınlara mahsus özel dergiler, gazeteler çıkarılmıştır. Amaç ise onların her alanda gelişmelerini sağlamaktı. II.Mahmut dönemi, kadınlar sarı, pembe ve benzer renklerden ayrı ferace giyemeyeceği ilan edilmiştir. Ayrıca bu dönem kürk giyilmesi de yasaklanmıştır. Sadece yasak getirilen gayrimüslim halk olmamıştır, Müslümanlara da kıyafet, kumaş konusunda yasaklar getirilmiş, uyarılmıştır. Bunun da sebebi başta ekonomi olmak üzere kıyafet üzerinden hiyerarşiyi muhafaza etmek ve israfı, savurganlığı önlemek. 1789 yılında kadınlar artık şemsiye taşımayacaklarıdır, zira şemsiye kadın taşıyan kadın görüntüsü gayrimüslimlere benzerlik göstermektedir diye bir ferman yayınlanmıştır.  III.Selim zamanında İstanbul’da kadınların iç gösteren ince kumaşlardan dikilen feracelerle dolaşması yasaklanmış ve bu tarz ince kumaşları dükkanlarında bulunduran terzilerin de dükkanlarının kapılarına asılacağı durulmuştur. 1835’te çıkan bir yasağa göre de kadınların saraydaki kadınlara özenerek büyük yüksek yaşmaklar takmaları yasaklanmıştır. Osmanlıda kadınlar entari, şalvar,-gömlek ve etek ceket olmak üzere giyinirlerdi. Sokağa çıktıklarında üzerilerine ferace alırlardı. 1889’da II.Abdülhamit döneminde yasaklanınca yerini çarşaf almıştır.Ancak hem güvenlik hem de yas tutan Hıristiyan kadınlara benzediği için çarşafta 1892 yılında yine II.Abdülhamit tarafından yasaklanmıştır. II. Meşrutiyetle bilirlikte gecelik entarisi ile sokağa çıkmak yasaklanmıştır. Sebebi ise erkeklerin bu şekilde kahvelerde oturarak hoş görüntü oluşturmaması. Kılık kıyafet düzenlemelerinin,  mensup olunan millete göre oluşturulması düzeninin ortadan kalkışı II. Mahmut döneminde olmuştur. Devlet memurlarının makam, mevkisi ne olursa olsun fes giyme zorunluluğu getirimiştir. 1829 yılında,  cemaatlerin kendilerine has olan kıyafetlerine son verilerek toplumda homojenlik oluşturulmaya çalışılsa da bu, toplumda özellikle Müslüman halkta bir direnişe götürmüştür. II.Mahmut devlet seçkinlerinin kıyafetlerini tek tipleştirerek statü verme tekelini güçlendirmek için rütbe ve hiyerarşi kurmanın bir aracı olarak yalnızca kendisinin verebileceği madalyalar ve nişanlar da yaratmaya başladı. Sultan II.Mahmut, Müslim ve gayrimüslim arasındaki görünür ayrımları ortadan kaldırarak birbirlerinden ayıran işaretler olmaksızın devlet içinde yeni bir seçkinlerin oluşumunu başlatmıştır. II.Mahmut siyasi rejim oluşturmak için giyim yasası aracılığıyla Müslüman ve gayrimüslimlere “vatandaşlık” sunmuştur. Örneğin artık sadece fes giyme, pantolon, ceket giyme zorunluluğu gibi...  Müslüman kadınların kıyafetlerinde değişim rüzgârı ise devletin yüzünü siyasi ve yönetim olarak batıya dönemsiyle olmuştur. Müslüman kadınlar Batılı kadınların giyim kuşamlarını kendilerine örnek alırken, onlar gibi bir hayat tarzı ve zevki benimsemişlerdir. Bu süreç içerisinde de devlet sık sık uyarılarda bulunarak değişimin önünü kapamaya çalışsa da başarılı olduğu söylenemez. Tarihsel süreçte baktığımızda dünyanın her yerinde kıyafet yasaları aracılığıyla devlet yöneticileri, idari, askeri, dini ve halk arasında, toplumsal cinsiyet, siyasi ve sosyal ilişkiler kurulmuştur. Ayrıca devlet, tebaasını kontrol altında tutma yollarından biridir kıyafet yasaları.   Cumhuriyet’in İlanı Sonrası İse: Kılık kıyafet konusu cumhuriyet’in ilanı sonrası tartışılan konulardan biri olmuştur.  Bu dönemdeki kılık kıyafet düzenlenmelerinin amacı ise Türk milletine çağdaş bir görünüm kazandırmaktı. 25 Kasım 1925 Şapka Kanunu  ile vekiller ve meclis çalışanlarının şapka giymesi zorunlu hale getirilmiştir.  1934 Bazı kisvelerin Giyilmeyeceğine Dair Kanun  ile dini kıyafetlerin sadece din adamları tarafından ibadethanelerde giyilmesi kararlaştırılmış; her dinin en yüksek din mevkisindeki kişi hariç dini kıyafetler ile kamuya açık alanlarda dolaşılması yasaklanmıştır. 1925-34 yılları arasında kılık kıyafet konusunda bir takım dönüşümler yaşanırken, bu dönüşümlerde erkekleri ilgilendiren kararlarda kesinlik varken, kadınlar ile ilgili kararlarda daha temkinli bir tutum sergilenmiştir. Kadın giyim kuşamlarına bakıldığında ilk olarak gözümüze çarpan gelişmelerden biri, öğretmenlerin derslere yüzlerini örterek peçe ile girmelerine yasak getirilmesi olmuştur.  Çok bir vakit almadan da çarşaf yasak edilmiştir. Ancak çarşafla ilgili genel bir yasaklama olmamış, ama yerel belediyelerde yasaklamalar başlamıştır. Bu konuda çarşafı ilk yasaklayan belediye Mersin Belediyesi olmuştur. Trabzon, Rize, Adan, Ordu, Konya, Tarsus, Muğla, Sinop, Yozgat, Afyon, Biga,, Aydın, Antalya, Maraş, Mardin belediyeleri bu yasağı uygulamıştır. Yerel yönetimlerin desteği, basının ilgi göstermesi ve halkevlerinin desteği de kılık kıyafet düzenlenmelerinin benimsenmesinde önemli olmuştur. 25 Mayıs 1934 Vakit Gazetesi, yasağın ekonomik boyutlarına değinmiş ve yoksul kadınlara manto dikilmesi için hayırseverler ve Halkevlerinin maddi destek arayacağını belirtmiştir. Yerel yönetimlerden biri olan Adana’da ise alınan bir kararla sokaklarda karadon giyilmesi yasaklanmıştır. Çarşaf ve peçe kullanımın yasaklarının belediyelerce uygulanmasının bir nedeni de genel seçimlerdir.  1930 seçimlerinde çarşaf ve peçe kullandıkları için yüzleri tanınmayan kadınların oy kullandıkları iddia ediliyordu. Ayrıca, bazı erkeklerin de çarşaf ve peçe kullanarak fazla oy kullanıldığı çıkan haberler arasındaydı. Kadınların örtünmesi ile ilgili bir yasal düzenleme yoktu ve yerel yönetimler bu konuyla ilgili çalışmalar yapmışlardı. 1935 İç İşleri Bakanı Şükrü KAYA, kurultayda söyle bir konuşma yapmıştı: çarşaf ve peçenin kaldırılması işini kadınların zevklerine, kocalarının, babalarının zihniyetlerindeki ilerlemeye mi bırakmalı? Yoksa yüzkarası gibi görünen bu kılıktan onları çıkarmalı mıdır?  Sorusunu yöneltmiştir. 1956 yılında Demokrat Parti Zonguldak Milletvekili Edibe SAYAR, İstanbul Milletvekili ve Türk Kadınlar Birliği Başkanı Nazla TLABAR ve Ankara Milletvekili Aliye TİMUÇİN, “ gayri milli ve gayri medeni ” buldukları çarşafın yasaklanması için meclise kanun teklifi verse de teklif meclis tarafından gündeme alınmadı. DP, iktidarının sonlarına doğru, 1958’de tekrar gündeme gelmiştir. Hatta “ çarşafla mücadele haftası ” adlı bir hafta düzenlendi. Kadın kıyafetleriyle ilgili tartışılan en büyük konulardan biri türban konusu olmuştur. Merkezi otoritenin başörtüsü ya da türban yasaklaması ile oluşan mağduriyetler konunun siyasallaşmasına neden olmuştur. 12 Eylül 1980 darbesinden sonra yapılan düzenleme ile kadın devlet memurlarını ve öğrenciler için yeni bir dönem başlattı. Buna göre başlar açık, saçlar düzgünce taranmış ve toplanmış olacak, kurum içerisinde de baş örtülmeyecekti. Bu kararın tek istisnası ise İmam Hatip Liselerinde verilen Kuran dersleriydi. Kız öğrenciler yalnızca bu derste başlarını örtebilecekti.  Kadınlar, ayrıca, kurum içinde dar veya geniş pantolon, dar kolsuz ve açık yakalı gömlek, bluz veya elbise giymeleri de yasaklanmıştı. Bu kurallar üniversitelerde protesto ile karşılandır. 10 Mayıs 1984’te Yüksek Öğretim Kurulu kendi yayınladığı ve başı açık olmayı zorunlu kılan düzenlemede değişikliğe giderek öğrencilerin modern şekilde türban takabileceğini açıkladı. Üniversitelerde artık başörtüsü yasak, türban serbest idi. Ancak, ikisinin arasında kesin bir ayrım da yapılamıyordu ve bu keyfi uygulamalara neden oluyordu.  1987 yılında üniversitelerde bu serbestlik tekrar yasaklandı. 1987 yılının sonarlına doğru YÖK tarafından bir kez daha bu yasak kaldırılsa da 7 Mart 1989’da Cumhurbaşkanı Kenan Evren’in itirazı üzerine yasak bir kere daha başlamış oldu.

  • OSMANLI’DA HAPİS VE HAPİSHANELER - Tarih

    OSMANLI’DA HAPİS VE HAPİSHANELER - Tarih İnsanoğlunun varoluşundan itibaren suç ve o suça uygulanan cezalar da varolmuş ve tarihi süreç içerisinde cezalar, her alanda olduğu gibi bu alanda da gelişmeler, iyileştirmeler olmuştur. Alıkoymak, engellemek anlamına gelen “habs” kelimesi bir kişiyi, canlıyı bir yere kapatmak, alı koymak anlamındadır. Hukuk dilinde hürriyetini kısıtlamak anlamı taşımaktadır. Eski Türk Devletlerinde hapis cezalarına ilk olarak Hun Devleti’nde rastlıyoruz.  Eski Türkler yarı göçebe yaşam biçimi benimsediği için hapis cezaları kıza süreli olmuştur. İşlenilen suça göre idam, bedene yönelik cezalar verilmiştir. Hapis ve hapishanenin tarihine baktığımızda, dünya tarihinde de, bizim tarihimizde de hapis, yargılanmadan önce alıkonulması, hapishane ise suçlunun yargılanmayı beklediği yerler olmuştur. Ve bu yerler de zindanlardı çoğu zaman. Suçlulara verilen cezalar da beden cezaları olmuştur. Aydınlanma dönemi ile birlikte başlayıp günümüze kadar gelen süreçte ahlaki bir yumuşamaya giden ülkelerde cezalar, bedenden ziyade zihinsel cezalar olmaya doğru yol almış, suçluyu vicdanıyla başbaşa bırakıp, pişman olmasını sağlama ve topluma yeniden kazandırmak için çalışmalar yapılması olmuştur. İslam devletleri dönemine bakıldığında bedene yönelik cezaların olduğu, hapis cezaların pek de olmadığı görülmüştür. Suçluların geçici olarak tutulmaları için yerler vardır. Ancak buralar cezanın infaz edilmesine veya borçlunun borcunu ödediği zamana kadar tutulduğu tutukevidir. Hapsetme yeri olarak mescit, kuyu ya da bir ev kullanılmıştır. Hz. Ömer dönemi satın alınan bir ev hapishaneye çevrilmiştir. Peygamber zamanı bazı evler hapishane olarak kullanılmıştır.; Hirmas b.Habib isimli bir sahabi söyle rivayet etmektedir. “ Bana borçlu olan kimselerden birinin ödemede bulunacağına dair ümidimi kestikten sonra Resullaha’a şikâyette bulundum. O da bana bu kimseyi hapsetmeme izin verdi ve arkasında da bilgi almak için o kişiyi hapsettiğim yere uğradı.” Yine imzalanan anlaşmaya ihanet eden ve Müslümanları arkadan vurmak isteyen Beni Kureyza Yahudilerinden esir aldıklarını, Hendek Savaşı’ndan sonra Sa’d b.Muaz’ın görüşü doğrultusunda haklarında hüküm verilinceye kadar “Haris’”in evine hapsetmiştir. Aynı şekilde Peygamber, Beni Kureyza Yahudilerinden bazılarını Sa’d b.Muaz’ın kararından sonra Usame b.Zeyd’in evine hapsetmiştir. Hz. Peygamber, Suheyl b.Mar’ı Bedir Savaşı’ndan sonra evine hapsetmiştir. Ayrıca peygamber başka sahabelerin de evlerini hapishane olarak kullandığı rivayet edilmiştir. Hz. Peygamber zamanı suçluların hapsedildiği yerlerden birisi de kuyulardır(dehliz)bu kuyular yeraltına yapılan tünel(dehliz), tahıl ambarı ve zindan gibi yerlerdir. Kuyu diye adlandırılmasının sebebi yer altında bulunmaları, kapı ve girişlerinin dar olmasıdır. İslam tarihin ilk hapishane olarak kullanılmak için yapılan bina Hz.Ali döneminde yapılmıştır.” Nafi” ismi verilen bu binalardan suçlular kolay kaçtığı için “Mehis” adı verilen daha güvenli bir bina yapılmıştır. Bazı kaynaklar buraya “mahyes” ya da “muhayyes” der. Emeviler döneminde hapishaneler yapılmıştır. Halife Haccac’ın Basra be Küfe arasında yaptırdığı “Lala” isimli hapishane, Emevi döneminde meşhur hapishanlerden biri olmuştur. Abbasiler de Küfe’de, Basra’da ve Bağdat’ta yeraltında hapishaneler inşa etmişlerdir. Fatımiler döneminde Kahire’de bulunan ve İbn Teymiyye,Benü Eyyüp ve bazı siyasilerin hapsedildiği Cebel kalesinde bulunan bir hapishane vardır. Fatımiler, adi suçlar için Habs el-Ma’üne adında hapishane yaptırmışlardır. Mısır ve Suriye’de hüküm süren Türk İslam devletlerinden biri olan Memluklar ise her şehirde bir hapishane inşa etmişlerdir. Bu hapishaneleri suçun çeşidine, suçlunun mesleğine göre gruplandırmışlardır; Emirlere, memurlara, kadılara, valilere ayrı hapishaneler inşa etmişlerdir. Her devlet mahkûmları kürek, inşaat, kalebentlik vs gibi farklı işlerde çalıştırmışlardır. Memluklularda bu devletlerden biridir ve onlar mahkumlarını, inşaat işlerinde zincirli bir şekilde çalıştırıldı. Timurlular döneminde hapishaneler, ada, kale, saray gibi güvenliği kolay yerlerde bulunuyordu. Başkentlerde ve bölgelerin idari merkezlerinde hapishane inşa etmişlerdir. En meşhur hapishanesi Semarkant’ta yapılan Köksaray’dır. Şehrin iç kalesi içinde yapılan bu sarayda hapishanede vardı. Osmanlı İmparatorluğu’nun Hapis ve Hapishaneleri Öncelikle Osmanlı yargı teşkilatını oluştururken kendinden önceki Emevi, Abbasi, Anadolu Selçuklu gibi Müslüman devletleri model alır ve teşkilatına kaynaklık ettirmiştir. Osmanlı Devleti’nde hapise koyulan suçlular, genelde yargılandıktan sonra değil de, yargılanacakları güne kadar konulan yerlerdir. Hapishaneler ise zindanlar, kale burçları… Verilen cezalar, hürriyeti bağlamaktan daha çok idam, kürek, kalebentlik, teşhir, dayat atma, para cezası, kürek cezası, kalebentlik, sürgün, dağlama, uzuv kesme, yüzü karalama, sakalı kesme … cezirbentlik(adalarda bulunan kalelerde çektirilen cezaya denir)prangbent gibi cezalardır.  Prangbent, bu ceza ile prangaya vurulan suçlular, işledikleri suçun derecesine göre üç, beş, yedi, on, on beş yıla kadar veya ömür boyu hapis cezasına çaptırılırdı. Prangaya vurulan suçlular ağır ve alt kademe işlerde çalıştırılırlardı. Rumelihisarı’nın kuzeyindeki “Kara Burç” kulesi prangbentlik için askeri bir zindan olarak kullanılmıştır. Prangabentlik cezasına çaptırılanların suçları sahtekarlık yapma, kız kaçırma, adam yaralama, yol kesme, iftira, gasp, cinayet, öşür ödememe, yalancı şahitlik, askerlikten firar etme … Kale zindanları suçun türüne göre kullanılmaktaydı; Hırsızlar, zina ve borçlular Baba Cafer zindanına, devlet görevlileri, siyasi suçlular Yedikule zindanlarına, suçlu tersaneliler ve Harbiyeliler ise Tersane zindanlarına gönderilirdi. Osmanlı Hukuk Sistemi Osmanlı’da hukuk sistemini anlamak için, Osmanlı toplum yapılanmasını bilmek gerek. Osmanlı Devleti sınırlarında birden fazla milletin yaşadığı, çeşitli din ve mezheplerin olduğu bir imparatorluktur. Ve Osmanlı yöneticileri sınırlarında yaşayan tebasını “Millet Sistemi” dediğimiz kavramla yönetmiştir. Yani toplumun mensup olduğu din onların yönetilmesindeki ana faktör olmuştur  Osmanlı toplumunda İslam’ın hemen her mezhebinde yaşayanlar vardır. Ama Hanefi mezhebine bağlı olanlar daha çoktu. Bu yüzden yargı faaliyetleri bu mezhep üzerinde yürütülmüştür. Osmanlı Devleti bir İslam devleti olduğundan genel olarak İslam hukukuna göre yönetilmiş olup gayrimüslimlere ise özgürlük sağlanarak kendi din anlayışlarına göre yönetilmiştir. Hanefi mezhebi dışındaki mezhebe bağlı vatandaşların arasındaki davada sorunun çözülmesi için, kendi mezheplerindeki taraflar o mezhebin âlimlerinden birini hakem tayin eder. Sorun çözüldükten sonra mahkemeye verdikleri belgelerin bir suretini Şer’iyye Sicili denilen defterlere kaydedilirdi. Osmanlı Devleti’nde hukuk ikiye ayrılır. Şer-i hukuk ve Örfi hukuk. Şer’i hukuk İslam hukuku olup devletin temel yasasıdır. Örfi hukuk ise padişahın irade ve fermanlarından oluşmuştur. Şer’i hukuk ilahi irade mahsulü sayılan kurallarla, bu kuralların müçtehitleri tarafından yorumlanmasıyla ortaya çıkan bir hukuk alanıdır. Devletin temel yasasın oluşturan bu kurallar fıkıh kitaplarında yer almaktadır. Örfi hukuk ise şer’i hukukun düzenlemediği alanlarda, sınırlı yasama yetkisine dayanarak, yönetici k sınıfın koymuş olduğu kurallarla oluşmuştur. Bu kurallar İslam hukukuyla çelişmemelidir. Şer’i hukukun yorumlanması, uygulanması, örfi hukukun şer’i hukuka uygunluğunun denetlenmesi, ulema sınıfına ait bir görev ve yetkidir. Ve ulema sınıfı, Osmanlı Devleti’nde yasama faaliyetinde etkin bir rolde olmuştur.  Örfi hukukun,  şer’i hukuka meşruluğu ise fetvalarla sağlanırdı. Osmanlı ceza hukuku İslam hukukunun Osmanlı dönem şartlarına uygun yorumlamalardan oluşmuştur. Osmanlı’da  cezalar, idam, teşhir, dayat atma, para cezası, kürek cezası, kalebentlik, sürgün, dağlama, uzuv kesme, yüzü karalama, sakalı kesme … gibi çeşitli cezalardan oluşmaktaydı ve hapishane suçlunun hakkında yargılanıp karar verilinceye kadar tutulduğu yerdir. Bu yerler hapishane değil zindanlardır. Ve zindanlar genelde yerin altında, ışığın olmadığı, güneşin giremediği, havasız, rutubetli, temiz olmayan, yiyecek ve su sıkıntısının çekildiği yerlerdir. Seslerin dahi duyrulmadığı yerlerdir. Osmanlı Devleti’nde suçlular için ceza kanunnameleri, şeraitin koyduğu esasları içermiştir. Bu kanunnameler dışında padişahın iradesini yansıtıcı ve çeşitli ceza hukuku hükümlerini içeren başka hukuki metinlerde vardır. Bunlar ferman, berat, adaletname vb.. Osmanlı Devleti’nin ilk zamanlarında hapis cezası pek yaygın olmamıştır. Osmanlı’da suçlular yakalandıklarında haklarında “ padişah emri sadır oluncaya dek” hapse atılırdı. Ulema ve vakıf görevlileri gibi berat sahipleri ise, ancak haklarında kimse teminat vermeye yanaşmadığı ve kaçma ihtimalleri olduğunda hapse konulurdu. Osmanlı Devleti’nde ilk hapsetme Yıldırım Beyazıt döneminde olmuştur. Yağma ve talanda bulunan Germiyanoğlu Yakup Bey ve adamları hapsedilerek İpsala’ya gönderilmiştir. Osmanlı’da idam cezası ikiye ayrılırdı. Birincisi mahkeme kararı ile İslam hukukuna ve Osmanlı kanunlarına göre verilen idam cezalarıdır. Ve bu idamın olması içinde padişahın onayının alınması şart idi. İkincisi ise bir mahkeme kararı olmadan padişahın emri ile verilen idam cezalarıdır. Bu idam cezalarına “siyasetten katl ” denir ve çok da kullanılmıştır. Osmanlı Devleti, şeriat temeline oturan bir devlet olduğundan, şeriat bilen ve yorumlayanlar ayrı ve ayrıcalıklı bir sınıf oluşturmuşlardır. Bu sınıfa Ulema sınıfı denir. Eğitim, din ve yargı işlerini üzerlerine almışlardır.  Şer’i hukuka ilişkin kanunlarda yargılama yetkisi ulema sınıfı ve bu sınıfın mensubu kadılara ait olup, kararlarına katlien, padişah dahi, karışılmazdı. Osmanlıda yargılamalardan sorumlu kadı iken, kadılardan sorumlu başkişi ise Kazaskerdir. Kadıların verdiği ölüm ya da uzuv kesme gibi ağır cezalar Kazasker denetiminde geçtikten sonra padişaha sunulur ve onun emriyle de ceza uygulanırdı.  Ve halkın görüp, kendine çeki düzen vermesi için cezaların infazı halkın önünde yapılırdı. Hırsızlık, yol kesmek, zina gibi İşlenen suça verilen cezalar, miktarı ve uygulanışı Kur’an ve Sünnet ile tespit edilirdi. Adam öldürme ve benzeri suçlara verilen kısas cezaları olmuştur. Kısas cezalarını infazının sadrazam tarafından uygulandığı ve padişahın onayından geçmeyen cezalar uygulanmaz. Kadınlara yönelik verilen cezalar infaz edilinceye kadarki sürede hapsedilir. Hapiste kalma süresi çok olmadığından kısa süreli bir hapis, idam ya da büyük oranda sürgün cezası verilir. Yeri geldiği zaman imam, muhtar gibi güvenilir kişilerin evleri de kadınların hapsedildiği yerler olarak bilinir. 19.yüzyıl hapis ve hapishanelerin Osmanlı’da dönüşüme uğradığı zaman dilimdir. Bu yüzyılda büyükelçiler kanunların dönüştürülmesi için girişimlerde bulunurken, Osmanlı Devleti’de yabancı uzman getirerek hapishaneler için ıslah çalışmalarını yaptırıyordu. Bu girişimlerin sonucuna baktığımızda “mahbes” olarak da isimlendirilen,  suçluların konulduğu hükümet konağının tomruk dairesi, kale, saray gibi mekânlarda bulunan zindanlar kapatılmaya başlanmış ve bunların yerine mehterhane olarak kullanılan Sultanahmet’teki İbrahim Paşa Sarayı’nın bir bölümü, 1831 yılında, “hapishane-i umumi” olarak, Osmanlı’nın da ilk modern hapishanesi olarak kullanılmıştır. İstanbul dışındaki zindanlar yine hapishane olarak kullanılmaya devam ettiğini de görürüz bir yandan. Lale Devri ile başlayan Osmanlı Batılaşma çabaları Tanzimat Fermanı ile de hukukta da kendini göstermiş hukuk ve yargı alanında gelişmeler yaşanmıştır. Ancak bu gelişmeler başta Osmanlı hukuku olmak üzere toplumda ikilik yaratmıştır. 18.yüzyılda başlayıp II.Meşrutiyet’e kadar ki zaman dilimine baktığımızda Osmanlı Devleti’nde başta siyasal olmak üzere toplumsal dönüşümler için  reformlar yapılmıştır.  Kamu düzeninin korunması, modern polis- jandarma teşkilatının kurulması, ordunun yeniden yapılanması, hapishanelerin yeniden düzenlenmesi …gibi. Bu yeni düzenlemenler de yeni zihniyeti doğurmuş ve mahkumlara verilen cezaların artık, bedeni ceza sistemin değişmesinin gerekliğini ortaya koymuştur. Cezalar, hapishaneler sosyal ve zihne ilişkin dönüşümlere göre olmalıdır anlayışı hakim olmaya başlamıştır.  Hem fermanlar hem de çıkarılan kanunlar ve anayasa bu konudaki dönüşümlere hız sağlamaya çalışmıştır. Osmanlı’da 1840’lardan itibaren yapımına başlanan hapishanelere karşın meclisin tasarladığı tipteki ilk hapishane 1870’te tamamlanabilmiştir. Avrupa tipi hapishanelerin yapılması mali gerekçeler nedeniyle sürekli ertelenmiştir. Yeni hapishane düzenlemelerinde Osmanlı, tüm vilayetlere yazı göndererek, nizam ve temizliğe dikkat edilmesi, huzur ve rahatın sağlanması, mahpusların sayısının artması durumunda hapishane güvenliğinden ötürü derhal durumun bildirilmesi gerektiğini bildirmiştir. Gelinen noktada özellikle Tanzimat döneminden itibaren ceza, ticaret yasaları çıkarılmış, Müslim ve gayrimüslim davlarına bakılması için Nizamiye mahkemeleri, cemaat - konsolosluk mahkemeleri, yeni bir medeni yasası olan Mecelle çıkarılmıştır. II.Abdülhamit döneminde çıkarılan nizamnamelere göre her kaza, liva ve vilayet merkezinde birer hapishane ve tevkifhane bulunması, Avrupa’ya mesaj olarak idam cezasının uygulanılmasından kaçınılması , tutuklu ve hükümlülerin ayrılması, yiyecek giderlerinin devlet tarafından karşılanması, 18 yaşından küçük olanlar için ayrı koğuşların olması, hükümlülere çalışma zorunluluğunun getirilmesi, yararlanmaları için kitapların bulundurulması …gibi kararlar alınmıştır. Ayrıca nizamnamelere göre de hapishanelerde kadınlara mahsus bir daire bulunacağı, hapishane ve tevkifhanelere icabına göre Adliye Nezareti’nin tayin edeceği bir müdür, bir başkatip ve lüzumu kadar katip, bir başgardiyan ve yeteri kadar gardiyan bulunacağı da belirtilmiştir. Hapishaneler reformundan 1878 Berlin Antlaşması’na kadar ülkenin her yanına hapistenler kurulmuştur. Ancak sınırlı bütçeden ötürü genellikle iki katlı ve kargir binalardan oluşmuştur. Tanin gazetesi yazarı Ahmet Şerif, II.Meşrutiyet’in ilanından bir yıl sonra Anadolu’nun çeşitli yerlerini gezerek, özellikle de hapishaneler konusunda Anadolu’da Tanin  başlığı altında mektupları ve gezi notlarıyla hapishaneleri anlatmıştır. Mektuplarında gittiği her yerde mahkûmların açlıktan şikâyet ettiğini,  idareciler de bunun sebebinin hapishaneler için yeterli miktarda ödenek ayrılmamasından kaynaklandığını yazmaktadır. Ayrıca hapishanelerin güvenliğinin yetersiz olduğu, birçok hapishaneden kolaylıkla firar olduğunu, firar etmeyenlerin ise yakalandığı zaman akıbetlerinden korkması onları bu karardan vazgeçtiklerini belirtmiştir. Hapishanelerin duvarlarının dibinden lağımlar aktığını, sağlıklı hapishaneye giren bir mahkûmun kısa sürede hasta olduğunu;  hapishanelerin dar olduğunu, bırakın oturmayı, ayakta durmak bile hükümlüler içeriye sığamamaktadır diye yazmaktadır Gazeteci Ahmet Şerif. Jön Türklerin yönetime geldiği zaman kapsamlı reformlar başlatmaya çalışmışlardır. 1912 yılında yapılan bu çalışmaya göre Osmanlı hapishanelerinde toplam 28.000 hükümlü bulunmaktaydı. Ve bu reforma göre hapishanelerin tümü aynı mimari modele göre yapılma kararı alınmıştır. 1917 yılında hapishane modeli olarak hücre/müterakki sisteminin uygulanmasına karar verilmiştir; Auburn sistemi benzetilir. Buna göre hapishanelerin, havadar bir bahçe ve gezinme yeri yapılması gerekmektedir. Müdürlerinin ve gardiyanlarının eğitim seviyelerinin yükseltilmesi ve hükümlülerin bir sanata özendirilmesi, gardiyan okulunun olması gereği üzerinde durulmuştur. Ancak bu ve bunun gibi alınan reform kararları savaşlar nedeniyle istenilen amaçlara ulaşılamamıştır. Yine de İttihatçı hükümet I.Dünya Savaşı yıllarında psikiyatri alanında tıp eğitimi almış ve hapishane müdürlüğü yapmış olan Alman Doktor Paul Pollitz’i Hapishaneler Umum Müfettişi  olarak görevlendirmiştir. Pollitiz1917-1918 yıllarından Anadolu’daki hapishaneleri teftiş etmiş ve raporlar yazmıştır. Almanya’dan alınan borçla 1917’de büyük merkezlerde numune hapishaneler inşası başlamışsa da ı.Dünya Savaşı’nın sonunda tam olarak bitirilememiştir. I.Dünya Savaşı’nı bitiren Mondros Ateşkes Antlaşması 4.maddesi gereği esirlerin ve Ermenilerin serbest bırakılması bahanesiyle Osmanlı’nın hapishanelerine müdahale eden İtilaf Devletleri komiserleri, 12 Ağustos 1919’da hapishanelerin müfettiş komisyonu tarafından teftiş edilmesine karar vermişlerdir. Bu karar doğrultusunda üç İtilaf Subayı (Fransa-İngiliz-İtalyan) ve Bekir Beyden oluşan heyet Anadolu’daki üç hapishaneyi dolaşmışlardır. Bu şehirler Ankara, Adapazarı ve Bursa’dır. Tutulan raporda ise: Ciddi temizlik ve hijyen sorunu olduğunu, gıdaların yetersiz ve az olduğu, adli sistemin yavaşlığından aylardır çıkarılmayı bekleyen mahkumların olduğu, mahkum ve tutukluların bir arada olduğu bu yüzden çocuk ve mahkumları ayrılmalı, tutuklu ve hükümlüler düzenli sağlık kontrolünden geçmeli, mahkumlar uygun atölyelere çalıştırılıp, çocuklara zanaat öğretilmeli…. Osmanlı’da hapishanelerin kurulması, cezaların yeniden düzenlenmesi gibi hukuk alanında yapılan düzenlemeleri, hem Avrupa’nın azınlıklar aracılığıyla iç işlerimize karışmasını engellemek, hem merkezileşme hem de modernleşmek ile değerlendirmek lazımdır. 1Temmuz 1926 yılında yürürlüğe giren Türk Ceza Kanunu ile hapis cezası ve infaz konuları tekrar tartışılmaya başlanmıştır. Cumhuriyet’in ilk yıllarında hapishanelerin durumlarını görmek için raporlar hazırlandı.(1931) Bu raporlarda çoğu hapishanelerin iyi ve yeterli düzeyde olmadığı belirtilmiştir. Cumhuriyet’in ilk yıllarında savaşlardan yeni çıkmanın getirdiği maddi manevi sorunlardan ötürü ne yeni hapishaneler inşa edilmiş ne de var olan hapishanelerde ıslah çalışmaları istenilen düzeyde yapılabilmiştir. Bu yüzde Osmanlı’dan kalan hapishaneler kullanılmaya devam edilmiştir. 1950’li yıllardan sonra yeni tipte hapishaneler yapılmaya başlanmıştır. Bunlar koğuş sistemine dayalı yapılmıştır. 1950-70 yılları arası A, A1, A2, A3, B, C tipi gibi. 1970’li yıllardan itibaren hapishaneler cezaevlerine dönüşmştür. Tıpkı Osmanlı’daki zindanların hapishanelere dönüşmesi gibi. 1970’lerde mimari olarak koğuştan “oda tipine” doğru bir dönüşüm başlamıştır. Bu yıllardan sonra 50-60 kişilik koğuşlar yerine 20 kişinin kalacağı küçük koğuş sistemine geçilmiştir. Ayrıca Ceza İnfaz Kurumları ile Tevkifhanelerin Yönetimine ve Cezaların İnfazına Dair Tüzük’te değişikliğe gidilerek anarşi ve terör suçlarından hükümlü olanlar için bunların özel bir infaz rejimine tabi tutulmasına karar verilmiştir.bu değişiklikle mahpuslar tek ya da üç kişilik odalar halinde yapılmış bireysel iyileştirme ve eğitim uygulanan özel kapalı cezavlerine gönderilmiştir. 2015 yılında Ceza İnfaz Sisteminde Sivil Toplum Derneneği(CİSST)isimli bir sivil toplum kuruluşu kurulmuştur. Tarihten bugüne kadar baktığımız süreçte, hem dünya hem ülkemiz için, hapis ve hapishanelerde, infaz sistemlerinde iyileştirilmeler yapılmaya çalışılmış, yapılmıştır da. Süreç boyunca istenilen şey de mahkûmların yeniden topluma kazandırılmasıdır. Bunun için hem batı da hem de bizde sivil toplum kurumları oluşturulmuştur.  Ancak o tarihi süreçte savaşlar, hastalıklar, ekonomi çıkmazları, totaliter rejimler hapishaneleri, infazları ne kadar ıslah etmiş ve ne kadar mahkûmları yeniden toplum hayatına kazandırabilmiştir? İşlenilen suç oranlarını duyduğumuzda, okuduğumuzda, incelediğimizde hapishaneler ya da cezaevlerinin suçluları ne kadar ıslah ettiği, suça daha çok eğilimli hale getirip getirmediği de ayrı bir soru işareti olarak, günümüzde karşımızda durmaktadır. Ve en büyük sorunlarımızdan biridir.    Cezaevleri ve uygulanan infazlar ne kadar caydırıcı olmuştur???

  • HAPİS VE HAPİSHANELER - TARİH

    HAPİS VE HAPİSHANELER - TARİH Hapis sözcüğü sanık ya da suçlunun yargı kararlıyla bir yere kapatılarak hürriyetin kısıtlanmasıdır. Hapishane sözcüğü ise sanık ya da suçlunun hürriyetinin bağlandığı, cezasının uygulandığı yere denir. İnsanoğlunun varoluşundan itibaren suç ve o suça uygulanan cezalar da varolmuş ve tarihi süreç içerisinde cezalarda, her alanda olduğu gibi bu alanda da gelişmeler, iyileştirmeler olmuştur. Hapishanelere ilk olarak ilkçağ devletlerinden olan Babil, Mısır, Yunan ve Roma uygarlıklarında görürüz. Ancak tarihi süreç içinde hapishanelere dair öncelikle şunu bilmek lazım ki, genel olarak 18.yüzyıla kadar hapishaneler cezanın infazına yönelik yerler değil de suçluların yargılanma ve cezalarının belirlenene kadar tutulduğu yerler olmuştur. Suçlu ya suçlular yargılandıktan sonra ise cezaları zihinselden çok bedensel bir ceza veya para cezası şeklinde uygulanmıştır. Cezaların türlerin ise daha çok devletin hukuk anlayışı belirlemiştir. Örneğin Babil Devleti hukukuna göre ceza anlayışı daha çok kısasa kısas anlayışında olmuştur; eğer bir kişinin gözünü çıkarmışsanız o kişide sizin gözünüzü çıkaracaktır gibi. Pers ve Asurlarda olduğu gibi suçlunun işlediği suça karşı bir uzvunun parçalanması görülür. Mö.300-400 ‘lerde Mezopotamya’da yabancı esirler, borçlular, hırsızlar, rüşvet alanlar için hapishane inşa edilmiştir. İbranilerde hapis cezası için boş sarnıçlar kullanılmıştır. Asurlarda kaçakçılar, hırsızlar, devlet hizmetinden kaçanlar, vergi ödemeyenler… için müstahkem mekanlar hapishane olarak kullanılmıştır.  Eski Yunan’da kullanılmayan taş ocakları hapishane olarak kullanılmıştır. Sokrates’in hapsedildiği ünlü hapishane ise Esilis hapishanesidir. Hindistan’da MÖ. Aşuka denilen suçluların atıldığı zindanlar vardır. Faslılarda ise en meşhur zindana Sabat adı verilmiştir. İngiltere, Germenlerde kraliyet zindanları yanında değirmenler de hapishane olarak kullanılmıştır. 13.yüzyılda İngiltere kralı 2.Henry suçluların yargılanana kadar tutulması için hücreler inşa edilmesi için emir vermiştir. Fransa’da en önemli hapishane ünlü Bastille iken İspanya’da cehennem anlamına gelen Saledero zindanı vardır. Hapishaneler genelde zindanlar, kaleler, hisarlar, kuleler, saraylar, tersanelerdir. Zindanlar genellikle yer altında olup yaşam şartlarının çok da elverişli olmadığı yerlerdir; havasız, rutubetli,, sesin duyurulmadığı, güneşin girmediği,  hijyenli olmayan, su sıkıntısı ve yiyecek sıkıntısı olan yerlerdir. Antik dünyada işlenen suçta toplumunda payı vardır anlayışı yoktur. İşlenen suça göre idam, kırbaçlanmak, sakat bırakmak, bir uzuvunu kesmek, sürgüne yollamak, kölelik gibi cezalar verilirdi.  Hürriyeti bağlayıcı ceza Yunan, Roma gibi şehir devletlerinde çok olmasa da görülmüştür. Babillerde “göze göz dişe diş” uygulaması varken Sümerlerde ise suça verilen ceza diyet olup, suçlunun mağdurun zararını para, mal, mülk gibi karşılaması vardır. Yunanlılarda sürgün ve para cezası göçürürken, ünlü düşünürlerinden Platon cezanın amacının korkutma ve iyileştirme olması gerektiğini söylemiştir. Ancak pek de bu görüşü dikkate alınmamıştır. Zira “onursuzluğa ve kölelik durumuna sokma, kamuya açık alanda rezil etme, para ve mal varlığı cezaları, sürgün, dayak atma, zehirleme, boğma, yakma, uçurumdan atma”…gibi cezaların olduğunu görmekteyiz. Roma hukukunda genelde ya büyük bir para cezasına çaptırma ya da madende çalıştırma gibi cezalar görülmüştür. Krallık döneminde “tullianum”adı verilen cezaevi vardır. Bu cezaevi yeraltın ve yer üstünde olmak üzere iki kısmı bulunmaktaydı. Roma hukukunda sadece köleler, savaş esirleri ve alt seviyede bulunan insanların çalışmaya zorlanması için hürriyeti bağlayıcı cezaya mahkumiyet vardır. Roma’da devlet ekonomisinin temelini çalıştırma cezası oluşturmakta, hatta İmparatorluk döneminde hürriyeti bağlayıcı ceza yasaklanmıştır. Roma döneminde kişiler borçlarını ödememişse alacaklının kölesi de olabilirdi. Alacaklı borcunu ödemeyen kişiyi isterse özel hapishanesine aladabilir ya da zincirlemek ya da vücudu kanayıncaya kadar dövdürebilir. Eğer hâkim ola ki ölüm cezası vermemişse mahkûmun ömür boyu hapis de kalması mümkün olmuştur. Eski Türkler de ise yaşam göçebelik üzerine kurulduğunda hapis cezası kısa süreli olmuştur; en fazla on gün gibi. Ehd-ı Atik’te şeriate ve krala karşı gelenlere uygulandığı cezalardan olan hapis için “esarit”, hapishane için “masamar” kelimesi kullanılmıştır. Müslümanların kutsal kitabı olan Kuran’da ise Hz.Yusuf- Musa dönemindeki hapishane için sicn/zindan kelimesi kullanılmıştır; Yusuf zindana atılırken Musa ise zindana atılmakla tehdit edilmiştir. Her ülkede, devlette tarihi süreç içerisinde hukuk anlayışında gelişmeler olmuş ve bu gelişmeler diğer devletlerin örnek almasına da katkı sağlamıştır. Hukukta, cezada, hapis ve hapishanelerdeki gelişmelerin olmasındaki ana etken kuşkusuz ki toplumu etkileyen düşünce akımlarıdır. Uygarlıklar ilerledikçe cezaların şiddetinde bir yumuşama olmuş, işkence, idam gibi cezalar hapsetme, rehabilitasyon aşamalarına kadar gelmeye başlamıştır. Hapishane ya da cezaevlerinin sayısının giderek çoğalması ise Hrisitiyanlığın yaygınlaşmasıyla birlikte olduğu görülür.  Hıristiyanlığa göre suç işleyen kişi ya da kişilerin doğru yolu, ayrı bir yerde ve tövbe ederek bulabileceği, bu yüzden den suçlunun toplumdan ayrılması ve bu şekilde Tanrı’ya yaklaşmış olacağı düşüncesi hâkimdir. 4.yüzyıldan itibaren hükümlünün bir hücrede belirli bir iş yapmaya mecbur edilmesi hapis cezasının çıkmasında etkili olmuştur. suçlu suçunun cezasını çektiği sürede ragipler belli aralıklarla mahkumu ziyaret ederek, ona dini ve ahlaki telkinlerde bulunur. B u yolla suçlunun kefaret yoluyla ıslah edinmiş olur. Kiliseye göre rahibin yükselebilmesi için yalnızlık nasıl şart ise, suçlunun günahlardan, kötülüklerden kurtulabilmesi için yalnızlık gerekliydi. Kilise hukukunun amacı ise suçlunun topluma kazandırmak değil, cehenneme atılmadan önce ruhunun kurtarılmasıdır.  Ve diyebiliriz ki kilisenin egemen olduğu dönemlerde (Ortaçağ) hapis cezası manastırlarda ayrılan bölümlerde uygulanırdı. Ortaçağ’da hapis cezası manastırlar dışında az uygulanmıştır; kral mahkumun hayatını kurtarabilmek için ömür boyu hapis cezasını seçer, hayatını bağışlardı.  Manastırlar dışından uygulanan hapis cezaları şato, sur ve kale zindanlarında yaşama koşullarına el vermeyen şekillerde infaz edilmiştir. Kale zindaları daha çok siyasi cezalar için kullanılmıştır. Ve ortaçğada asiller ve diğer sınıfların hapishaneleri farklı olmuştur. İdam, kürek cezası, sürgün gibi bedensel cezalar da uygulanmıştır. Bir kişiyi işlediği suçtan ötürü hürriyetinden ayrı koymak ve onu iyileştirmek amacıyla bir araç olan -çağdaş düzeydeki –cezaevlerinin tam olarak ne zaman ortaya çıktığı yazarlar tarafından net bir tarih konulmasa, tartışılsa da, genel olarak kabul edilen 16.yüzyıl Hollanda’sıdır. Bazı yazarlara bu Hollanda değil İtalya, üçüncü bir fikre göre ise bu bayrağı taşıyan İngiltere’dir. Hepsinin ortak amacı ise hapis cezasının amacının suçlunun ıslahı ve topluma geri kazandırılması olmuştur. 18.yüzyıl insanlık tarihinde önemli bir dönüm noktalarından biri olmuştur. Amerika ve Avrupalı bilim adamları insanların özgürlüğünün vazgeçilmeyecek bir değer olduğu anlayışı hakim olmaya başlamıştır. Bu anlayış hapis cezalarında da kendini göstermiş suçun cezası işkence, halkın gözleri önünde idam etme, bedenleri teşhir etme, kırbaçlama, uzuv kesme gibi cezalar yerini 19.yüzyıldan itibaren yavaş yavaş yerini modern cezalara bırakmıştır. Artık amaç suçluya beden cezası çektirmek yerine onu ıslah etmek, doğru yola döndürmek, topluma kazandırmaktır.  Lakin her suçluya modern infaz yönteminin uygulanıp, uygulanmadığı tartışmalıdır. Ve bir modern infaz yasalarının yetersiz görülüp angarya uygulanması da yeni infaz yöntemlerinin gayr-i infazlardan biri olmuştur. Aydınlanma döneminde hapishanelerin işleyişini denetlemek ve iyileştirmelere gidilmesi için dernekler kurulmuştur. Örneğin 1818 yılında Hapishanelerin İyileştirilmesi Derneği, ardından Hapishanelere Derneği ve daha pek çok insancıl dernekler kurulmuştur. Bir ülkenin iç sorunlarından biri olan hapishanelerin ıslahı için 15 Haziran 1890’da ülkeler Petersbug’da bir araya gelerek bir kongre düzenlenmiştir. İngiltere, Almanya, İspanya, Danimarka, İtalya, Yunanistan, Japonya, Norveç, İsveç, ABD gibi ülkelerinin yanında Osmanlı Devleti de kongreye katılmıştır. Hürriyeti bağlayıcı cezaların infazı ile ilgili zaman içinde gösterdiği gelişimler beş gruba ayrılmıştır. Bunlar: 1)    Müşterek Hapsi/Topluluk Sistemi:  modern anlamda ilk hapishane 1595 yılında Amsterdam’da kurulduğu kabul  edilmiştir; 1588 yılında genç bir hırsızın ölümü yerine devlet tarafından eğitilip iyileştirilmesine karar verilmesiyle ortaya çıkmıştır. Bu sistemde mahkumların gruplar halinde gece-gündüz birlikte bulundurulmasının en eski örneği Amsterdam olmuştur. 1597 yılında kadınlar için de Spinnhuis cezaevi kurulmuştur. Bu cezaevi diğer ülkelere de örnek teşkil etmiştir. Cezaevinin olumsuz yanlarından biri bir arada ve devamlı temas halinde bulunan mahkûmların, cezaevinden daha kötü bir durumdan tekrar cezaevine dönmesi olmuştur. Özellikle çocukların ve yetişkinlerin bir arada olması. Bunu olumsuzluğu gidermek adına mahkûmlara konuşma yasağı getirilse de pek de istenen olmamıştır. 2)    Hücre/ Pennsylvania Sistemi : Toplu hapis sisteminin sakıncaları göz önüne alındığında yeni model olan, hücre modeli ortaya atılmıştır. Bu sistem 1790 yılında Pennsylvania’da (ABD)Franklin tarafından bir hücre cezaevinin inşa edilmesiyle ortaya çıkmıştır. Önce Kilise sonra Hollanda ve İtalya’nın 18.yüzyılda Milano’da Marie Therese tarafından laik hapishanelerinde uygulanan bu sistem hükümlünün gece-gündüz bir hücreye tek başına konulmasıdır. Belli zamanlarda mahkûm hücreden çıkartılarak avluda ya da koridorda gezdirilir ve karşılaştığı kimseler tarafından tanınmaması için göz yerleri delikli kukuleta taşınmak zorundaydı.  Mahkûmlar, dini telkin yapan rahibin seslerini duyabilirler ancak onu göremezlerdi. Hücrelerinde ayrıca ayakkabıcılık, terzicilik, dericilik gibi işlerde de çalışabilirdi. Amaç hükümlünün yalnız kalarak işlediği suç ya da suçlardan ötürü vicdan azabı duyup pişman olması, böylelikle de ıslah edilmesidir. Bu sistemin olumsuzlukları, hükümlünün tek başına kalarak umutsuzluğa sevk etmesi ve akıl hastalığına neden olmasıdır.  Asosyal bir yaşam tarzına yol açması da diğer olumsuzlukların başında gelmektedir. 3)    Karma/Auburn Sistemi:  Diğer iki sistemin sakıncalarını ortadan kaldırmak için geliştirilmiş bir sistemdir. 1816 yılında ilk defa ABD’nin New York eyaletinin Auburn bölgesinde inşa edilen bu sisteme göre, mahkûmlar geceleri tek başlarına kalıp, gündüzleri ise atölyelerde konuşma yasağı içinde, az bir ücret karşılığında bir arada çalışmışlardır.  Gardiyanın izin verdiği zamanlarda kısık sesle konuşma imkânı da sunulmuştur.  Ayrıca bu sistemde aile ziyaretleri de yasaktır. Hükümlüler önlerine bakmak zorunda olup, karşılıklı oturmaları da yasaktır. Olurda mahkûmlar uymazlarsa kurallara, kırbaç gibi cezalar verilmiştir. Bu sisteme getirilen eleştiriler ise inşa edilecek bu tarz cezaevlerinin pahalıya mal olması olu mahkûmların birbirleriyle konuşmalarının sağlanmamasının mümkün olamayacağıdır. Ayrıca bu tür cezaevlerinde çalışacak personel ihtiyacının çok olacağı ve masraf gerektireceğidir. 4)    Panoptikon Sistemi: Yapılacak hapishanelerin daire şeklinde olması, ışık yukarıdan, kubbeden gelmesi, müdürün odasının dairenin merkezinde yer almasıdır. bu şekilde bütün hücreler denetim altında olacaktır.  Ayrıca buraların korkutma ve ıslah gayelerine yönelik olması için: hükümlülerin gruplara ayrılarak hapsedilmesi, hükümlülerin serbest kalınca kendilerinin geçindirebilecek bir zanaata yönlendirilme çalışmalarının yapılması, hükümlülere ahlaki, dini terbiye verilmesi gibi… vasıtaların olması. 5)    Dereceli/İrlanda Sistemi :  Mahkûm önce geceli gündüzlü hücrede yalnız hapsolmakta, belli bir süre sonra hakkında Auburn rejimi uygulanır; geceleri hücrede yalnız, gündüzleri konuşmamak şartı ile diğer mahkumlarla bir arada çalışır. Bu aşamada iyi hal gösteren ve uslandığına dair kanaat getirilen mahkûma hapishane ile serbest hayatı arasında müesseseler uygulanır. Örneğin mahkum zirai işlerde çalışır ve iyi hali tespit edilirse “şartla salıverme”, yani ceza süresi bitmeden serbest kalabilir.  Geri kalan sürede iyi haline devam ederse cezasını çekmiş sayılır ve tahliyesine karar verilir. Tersi olursa cezaevine geri dönecektir. İrland a Sistemi ıslahı, mahkûma, çeşitli bazı mükâfatlar da verir. Mesela ziyaretçi kabul sayısının artması, haberleşme imkânının geliştirilmesi gibi. 19 .yüzyılın sonundan itibaren Danimarka, Finlandiya, Norveç, Yunanistan, İtalya, Macaristan gibi pek çok Avrupa ülkesi tarafından kabul edilen bu sistem günümüzde uygulanmamaktadır. 6)    Yeni Sistem : Uzmanlar tarafından yönetilen ve suçluların iyileştirilmesi, kendi kendilerini kontrol etmek duygusunun geliştirilmesi ve toplum hayatına uyum sağlaması amacı güden müesseselere yollanan mahkûmlar, Dereceli Sistem’deki gibi geceleri tek başlarına bir hücrede yalnız kalırken, gündüzleri ise toplum hayatına kazandırılacak bir şekilde hayata hazırlanırlar. İyi hal göstererek infazını yumuşatan Dereceli Sistem’den farklı olarak suçlunun uslanması için her şey yapılır. Günümüz hapis cezalarının mümkün olduğu kadar çektirilmemesi suretiyle onun yerine, faalin cezadan muaf tutulması, kamu davasının açılması, muhakemenin, hükmün ertelenmesi, ön ödeme gibi uygulamalar vardır. Bugün cezaya en son çare olarak başvurur, tabi bu da suçun niteliğine göre değişmektedir. Genel olarak müddetsiz hüküm sisteminin en büyük sakıncası, keyfiliğe yol açması ve mahkûmların serbest kalabilmek için riyakarlığa yönelmesidir. Çünkü cezanın suçu işlenen suçun ağırlığına göre değil, şartlı salıverme komisyonlarının değerlendirilmelerine bağlı tuttuğundan, komisyonlar politik yönlendirmelerle de hareket edebilecekleri gibi, hapishane görevlileri de kişisel sebeplerle olumsuz rapor verdikleri hükümlülerin tahliyesini engelleyebilir. Yukarıdaki mahzurlar dikkate alınarak mutlak şekilde uygulanmasından kaçınılmış ve hâkimin saptayacağı alt ve üst sınırlar dâhilinde cezanın infazı sistemi kabul edilmiştir.  Mahkûm, hâkim tarafından belirlenmiş asgari cezayı çekmeden şartla salıvermeye hak kazanamaz. Ve şartla salıvermeden istifade edemese de maksimum ceza suresinden daha fazla hapishanede tutulamaz. Günümüz dünyası infaz, suçlunun toplum dışında tutulması değil, hükümlünün ıslah ve terbiye edilerek topluma kazandırmak için uygun vasıtadır.  Hapishanenin tarihini bir iki cümle ile özetlersek, kralların yerini meclisler, monarşinin yerinin demokratik yönetim biçimleri alırken, hukukta da bir ahlaki yumuşamaya gidilmiş ve bedensel cezalardan zihinsel cezalara doğru bir evrimleşme sürecine gidilmiştir. Tabi teoride bu böyledir ya uygulamada  ???

  • KONFÜÇYÜS ve KONFÜÇYÜSÇÜLÜK - Tarih

    KONFÜÇYÜS ve KONFÜÇYÜSÇÜLÜK - Tarih Konfüçyüs Kimdir? Çin tarihinde, 2000 yılı aşkın bir zamandan beri, kutsal bir bilge ve üstün insan olarak tanınan Konfüçyüs’ün adına kurbanlar sunulmuş, dualar edilmiştir. Onun düşünceleri, davranışları ve ahlaki sistemi Konfüçyüsçülük olarak tanımlanmış ve tarihi süreçte de Çin’in yerli ve milli dinlerinden biri olmuştur. Konfüçyüs ve Konfüçyüsçülük doğduğu ülkenin sınırları dâhilinde kalmamış, ahlaki sistemi dünyaya yayılmıştır. Konfüçyüs, MÖ.551yılında Çin’in Lu eyaletinin Tsou şehrinde dünyaya gelmiştir. Hayatı yoksulluk içinde geçmiştir. Kendi yazdıklarına göre on beş yaşından itibaren kendini ilime vermiş, yirmi yaşında okul açmış ve öğrenci yetiştirmeye başlamıştır. Küçük memuriyetlerde bulunmuş, 50 yaşında kendisine devlet şurasında görev verilmiştir. Memuriyetten ayrıldıktan sonra Konfüçyüs, 13 yıl öğrencileriyle beraber şehir şehir dolaşarak dersler vermiştir. 483’te şehrine dönmüş ve geri kalan zamanında öğrenci yetiştirmiş, araştırmalar yapmıştır.  MÖ.679 yılında öldüğünde öğrencileri mezarının yanına kubbe inşa ederek üç yıla yakın yas tutmuşlardır. Çin kaynaklarında “ilk serbest öğretmen” olarak anılmıştır. Konfüçyüsçülük olarak geçen Konfüçyüs’ün düşünceleri, ahlaki sistemi ise Çin’in tarihindeki bilginlerin, filozofların faziletlerini yeni nesillere anlatmak. Bu yolla da Çin’e barışı, huzuru, sevgiyi, adaleti getirmek, insanlarının birer üstün insan olmasını sağlamaktı. İdeal bir toplum ve devlet inşa etmek. Konfüçyüs, açtığı okullarda öğrencilerine edebiyat, tarih, felsefe, ahlak eğitimi vermeye çalışarak onları politik görevlere hazırlıyordu. Konfüçyüs öğrencilerini hayata hazırlarken kendi yaşantısında örnekler de veriyordu ve diyordu ki: on beş yaşında iken kendimi öğrenmeye verdim. Otuz yaşımda irademe sahip olabildim. Kırk yaşında şüphelerden uzaklaştım. Elli yaşımda Gök’ün emrini öğrendim. Altmış yaşımda seziş yoluyla her şeyi kavradım. Yetmiş yaşında doğru olan şeylere zarar vermeden kalbimin isteklerini yerine getirebildim Konfüçyüsçülük nedir? Konfüçyüs, ülkesinin geleceğinin geçmişte olduğunu savunmuştur hep. O, yüce bir Çin Devleti ve Medeniyeti’nin ancak atalarının kültüne bağlı kalınarak olabileceğini düşünmüş, bunun içinde okul açmış, öğrenciler yetiştirmiştir. Konfüçyüs, Çin’in geleneğindeki hem yönetim hem sosyal hayattaki bilgileri araştırarak, okuyarak, bir araya getirmiş ve öğrendiklerini yaşadığı zamanın ahlakına dönüştürmeye çalışmıştır. Çünkü ona göre, kadim ülkesi bozulmaya, yok olmaya yüz tutmuştur. Onu canlandırmanın tek yolu ise Çin’in gelenek, göreneklerinin devamını sağlamaktan geçmekteydi. Ve söyle demektedir: Ben eskiye inanan biriyim; bir kurucu değil bir aktarıcıyım . Sanırım Konfüçyüs’ün öğretisini anlatan en iyi cümlesi. Konfüçyüs, kendinden önceki Çin filozof ve düşünürlerin yazılarını okuyarak, derlemeler yaparak yeniden yorumlamıştır. Öğrencileri onun ölümüyle de onun sözlerini, görüşlerini bir araya getirmiştir. Konfüçyüs’ün düşünceleri, görüşleri, insanlığın ahlaki, politik hayatını düzene koymada bir doktrin kabul edilmiştir, hem de bütün dünyada. Ahlak, insan davranışları, insan –toplum ilişkileri, politik hayatı düzene koyma gibi ilişkilerin bütünüdür aslında Konfüçyüsçülük. Konfüçyüs’e göre insan doğuştan iyidir. Çağdaşı Sokrates gibi iyi-mutlu insan olmanın yollarını anlatmış, toplumun düzeni, ahlakı, mutluluğu bütün değerlerin üzerinde olmuştur. Konfüçyüs’ün insana, topluma verdiği değerler bütünü göz önüne alındığında çoğu kişi, onun isminin peygamberler listesine eklemiştir. Fakat gelin görün ki Konfüçyüs, Çin’in değerlerini toplayarak onun üzerinden bir inanç sistemi kurmamıştır ve öyle bir çabası da hiçbir zaman olmamıştır. Ancak Konfüçyüs’e göre inançsız bir halk ayakta duramaz. Konfüçyüsçülük üstün bir insan, orta yolu takip eden, başkalarına itidal yolunu gösteren, nazik, kültürlü insan yetiştirmeye yönelik ahlak doktrinidir. Bir yaşam tarzıdır Konfüyüşçülük. Konfüçyüsçülüğe göre üstün insan erdemli insandır.  Şöyle söyler konuşmalarında: Büyük ve üstün insan erdemi, küçük insan ise rahatını düşünür. Üstün insan kanunlar üzerine kafa yorar, küçük insan ise kendi faydasını arar. Konfüçyüs’e göre idareciler için beş üstün özellik vardır: İsrafa kaçmadan faydalı olmak, açgözlülük etmeden istediğini almak, gururlu olmadan itibar kazanmak, halka pişmanlık vermeyecek görevler yüklemek, korkutucu olmadan yüce olmak. Konfüçyüs’ün ahlak öğretisinin temeli erdemdir. Erdemli olmanın temelini ise insan sevgisi üzerine kurulmuştur. Erdemli insan, iyiliksever olmalı, nefsini isteğini ve arzularını kontrol etmeli, iyiye doğruya bağlı olmalı, hoşgörülü olmalı … Konfüçyüs’ün öğretisinin özünü oluşturan “ Kendine yapılması istenilmeyen şeylerin başkalarına yapılmaması ” olarak ifade olunur. Yine Konfüçyüs öğretisine göre herkes yaşam tarzı ile soylu olabilir. Soyluluğun göstergeleri insanları sevmek, atalara saygı duymak, iyi ilişkiler kurmak… gibi ahlaki prensiplerle kendini yetiştirmektir. Konfüçyüs’e Göre İnanış Konfüçyüs’ün yaşadığı dönemde Çin’de çok fazla sayıda kutsal varlıklar ve ruhlar vardır.  Yaşama dair her şeyde koruyucu ilahlar vardır.  Ruhların en büyüğü ise Şana-ti yani Gök’tür. Konfüçyüs öğretisinde bir tanrı fikri olmamıştır. Ama zamanının yaygın inancına saygılı olmuştur. Yaygın olan Şangti inancı Konfüçyüs’te devam etmiş ve ona göre kutsal varlıkların en büyüğü Tien’dir.(Konfüçyüs, Tien/Gök adını vermiştir) O her şeyi görür, bilir, gücü her şeye yeter, her şeyin kaderini tayin eder. Ölüm-hayat Gök’ün emrinde ama zenginlik, şeref kaderin işidir. Tanrı iyi insanları, faziletli olanları ödüllendirir,  uzun ömür verir. O faziletler insan sevgisi, adalet, emredilen merasime riayet ve bilgi. Bunlara itaat eden bahtiyar olacak ve saadete erecektir. Konfüçyüs, eski Çin inanışındaki cennet, cehennem kavramlarını kabul etmiştir. Ama o, ölüm sonrasını değil yaşadığı şimdiki zamanı düzenlemek, idealize etmek ister. Metafizikle uğraşmaz, çünkü insanlığa böyle hizmet edilmez. Konfüçyüs’e bir öğrencisi ölüm sonrasını soran öğrencisine şu cevabı vermiştir: Biz diriler görevimizi yapamıyoruz, ölülere nasıl yapalım. Hayatı bilemeyiz ki ölümü nasıl bilelim . Bununlar beraber Konfüçyüs’e ait bazı cümlelerde söyleyecek olursak: “ Dünya nasıl yaratılmış, bunda bizim için önemli bir şey yoktur. Bizce önemli olan yaratılmış olan dünyayı nasıl tertip ve tanzim edebileceğimizin belirlenmesidir. “İyi bildiğimiz bir şey varsa o da ölümlü olduğumuzdur hepimizin…”    “Ölmek ve dirilmek Tanrının takdirindedir” “Hayat ve Ölüm Göksel yasalardır” “Benim yüreğimde olan değerler Göklerdendir.” Konfüçyüs’te ölüm sonrasına dair net bir açıklama olmasa da onda, yüce bir varlık inanışı vardır. Din-ayin törenlerine önem vermiş, dualar okumuş, oruç tutmuş, ölülere kurbanlar sunmuş; hatta ölülerine kurban sunmayı ve dua okumayı tavsiye etmiştir. İbadet ve tapınağın müziği ile ilişkiyi, erdemin şartı olarak kabul görmüştür. Konfüçyüs ahlaki davranışları dine dayandırmıştır. Ve işlenen bir suçun cezasını bu dünyada göreceğine inanmıştır. Konfüçyüs toplumun takip etmesi gerektiği gögün yolu “Tao” kavramıyla kullanmıştır.  Ancak bu bir tanrı değil, doğru yol, nizam,  ahlak prensibidir. Konfüçyüsçülük hakkında en sık sorulan sorulardan biri Konfüçyüsçülük bir din mi yoksa ahlaki felsefe öğretisi mi? Konfüçyüs’ün ortaya attığı ahlaki sistemde ne mabet, ne teşkilat, ne ruhban sınıfı, ne amentüsü, ne de inanç esasları yoktur. Ama Konfüçyüs’te yüce bir varlık yani tanrı inancı olmuştur. O, hiçbir zaman bir din sistemi kurmak istememiştir. Tek istediği ideal bir toplum düzeninin inşa edilmesi, toplumun üstün insanlardan oluşmasıdır. Bunu geçmişin ahlakına sarılarak yapmak istemiştir. Çünkü eski bilginlerin öğretileri insanlığa barışı, sevgiyi, huzuru, adaleti, , iyi idareyi, üstün insanı getireceğine inanmıştır. Öğrencilerine de bununla ilgili edebiyat, tarih, felsefe, ahlak öğreterek bunun yayılmasını sağlamıştır. Konfüçyüsçülük bir felsefi ahlaki öğretisidir; Sıradan insanın yaşamından onu yöneten idare sistemine kadar nasıl olması gerektiğini söyler sadece. Bunu da yeni görüşler kapsamında yapmaktan ziyade eskinin hikmetli sözlerini güncelleyerek yapmıştır. Konfüçyüsçülük aslında Çin geçmişinin iyi bir yorumudur. Konfüçyüslüğün felsefi sisteminde evren kaos olarak düşünülmüş, bu kaosun içindeki Yin ve Yang denilen iki ilkeye göre dizayn edilmiştir. Yin ve  Yang karanlık ve aydınlıktır. Yin, yeryüzü, olumsuz, pasif, karanlık, dişi ve tahrip edicidir. Siyah renk simgesidir. Aya bağlıdır, sonbahar ve kış mevsimlerinde güçlenir.Yang ise göktür. Olumlu, aydınlıktır. Erkektir ve yapıcıdır. Güneşe bağlıdır. İlkbahar, yaz mevsimlerinde gücü artar. Rengi kırmızıdır ve tek sayı ile temsil edilr. Bu iki esas yaratıcı prensipten çıkmıştır. Zıt ve tamamlayıcı olan bu felsefi sürekli bir değişim içindedir. Peki, nasıl din haline geldiği anlatacak olursak, her şey ölümüyle başlar. Ölümü sonra ilk olarak öğrenciler mezarının yanına kubbe inşa ederek üç yıla yakın yas tutmuşlardır. Daha sonra onun izinden giderek onun öğretilerini uygulamaya çalışmışlardır. Konfüçyüs hiçbir zaman yeni din kurmayı aklının ucundan dahi geçirmedi ama ölümü sonrası Han Hanedanlığı (MÖ206- MS.225)ünü artmış ve Lu’ nun prensi onun adına bir mabet inşa ettirmiş, ona kurbanlar sunulmaya başlanmıştır. Konfüçyüs’ün öğretileri imparator tarafından Gök’e yapılan ibadetle ilişkilendirilmiş, onun adına ibadet edilmesi emredilmiş ve nihayetinde de Konfüçyüs’ün ahlaki sistemi resmi ve milli din haline gelmiş, zaman içerisinde de ülkede onun adına ibadethaneler açılmıştır. 1906 yılında İmparatoriçe Dowager Cixi, Gök’e sunulan kurbanların aynısının Konfüçyüs’e de sunulacağına dair ferman yayınlamıştır.  1934 yılında Konfüçyüs’ün doğum günü kabul edilen 27 Ağustos milli tatil günü olarak ilan edilmiştir. Komünizm devrimiyle Konfüçyüs’ün etkisini yok etmeye, mabetleri yıkmaya, metinleri yakmaya çalışılmışsa da Konfüçyüsçülük hale Çin’de devam etmektedir. Konfüçyüsçülük’ün Kutsal Kitapları Konfüçyüs’ün tek amacı geçmişin faziletini, barışını, huzurunu, ahlakını geri getirmek. Bunun içinde kendinden önceki Çin bilgin ve filozofların dini, sosyal, ahlaki, politik, ekonomik, konulardaki inanç ve uygulamalarını bir araya getirmiştir. Ayrıca Konfüçyüs’ün öğrencileri de Konfüçyüs’ün konuşmalarını toplamış ve böylece kutsal kitaplar olarak söylenen bu eserler beş klasik, dört kitap olarak bilinen koleksiyon ortaya çıkmıştır: 1.Wou King yani Beş Klasik eser, 2.Se Chou yani Dört Kitap. 1)WOU KİNG Konfüçyüs yazmamıştır, sadece kutsal sayılan kitapları yani kingleri bir araya getirmiştir. Kendi içinde şu bölümlere ayrılır A)Yi King:  Değişiklikler, İstihaleler Kitabı Bu kitap Çin tarihinin bilinen en eski mukaddes kitaplarından ilkidir. Çin klasiklerinin özüdür. Diğer bir anlamda söyleyecek olursa kehanetler ansiklopedisi, mitolojisidir. Metin üzerine yapılan yorumlar Konfüçyüs’e ait olduğu sanılmaktadır. Konfüçyüs bu kitap ile ilgili şunları söylemiştir: Eğer bana hayatıma birçok seneler ilave eklemek izni verilseydi, eksiklikten kurtulmak için Yi King’i okumak üzere ömrümün 50 sene artmasını isterdim. B)Şu King:  Vesikalar, Tarih Kitabı C)Şi King:  Şiirler Kitabı Eserde yer alan şiirlerin bazıları 1912 Cumhuriyet’in ilanına kadar Pekinng’deki Gök Mabedi’ndeki kurban sunularında okunmuştur. D)Li King : Ayinler Kitabı Herkese ait görevleri, hükümdarlık adaplarını, ibadet, toplum ve aile ilişkileri hakkında yazılmış kurallar kitabıdır. Dini iannçlara dair kesin esaslara rastlanmaz. E)Ch’un Ch’ui/ Kun Kivu:  İlkbahar- Sonbahar Vakayinameleri Lu eyaletinin bir tür vakayinamesidir. İlkbahar ve sonbahar zamanları, günü gününe yazılan notlardan oluşur.  Metinin üslubundan yola çıkılarak Konfüçyüs’e ait olduğu kabul edilmiştir. 2)SE CHOU 11.yüzyılda Sung Hanedanlığı bir araya getirerek oluşturmuştur. Yöneticini sınıfın eğitim temellerine dair bilgilerin olduğu eserdir. Çin’in ahlaki, siyasi ve hukuk kanunları olan bu kitaplar, Konfüçyüs ve öğrencileri arasındaki konuşmalardan bahsetmektedir. Yöneticiler memur alımında yapılan sınavlarda bu kitaplardan yararlanmışlardır. A)Lun Yu: Vecizeler, Özdeyişler Konfüçyüs’ün konuşmaları, öğretileri, faaliyetleri hakkındadır. Konfüçyüs hakkında öğrenilmek istenen bilgiler varsa en çok bu esere rağbet edilir. Öğrencileri tarafından derlendiği düşünülmektedir. B)Mong Tse/ Mengtzu: Mensitus’un Sözleri Mensiyus Konfüçyüs’ün müfessiridir. C)Tchöng Yong/ Chungyung : Orta Yol Doktrini Aşırı olmama, tam gerektiği kadar, orta olma, dengeli olma, iyliği tavsiye eden kitaptır. Konfüçyüs’ün felsefi izahıdır. D)Ta-Hio/Tahsüeh : Büyük ilgi Çin’deki eğitime dair bir ederdir. Konfüçyüs’ün barışı sağlama yolunun insanın kendi benliğinde tecelli etmesi gerektiğine dikkat çekerek, kendi ile barışık olan kimsenin evini, çevresini, halkını yönlendirebileceğini söylediği eseridir. **Konfüçyüzs’ün  Ch’un Ch’ui  dışında yazılı bir metin bırakmadığı, beş klasikten çok azı kendisine atfedilir.  Onun öğretileri ağırlıklı konuşmalarda saklanmıştır.

  • ZERDÜŞT VE ZERDÜŞTLÜK - Tarih

    ZERDÜŞT VE ZERDÜŞTLÜK - Tarih İran ve bölgesinin tanrıcılıkta poleteizimden monoteizme geçişte bir din, inanç olmuştur Zerdüştlük. Zerdüştlük İslam kaynaklarında Mecusilik olarak geçmiş, Batı kaynaklarında da Zoroatrianism olarak geçmiştir. Zerdüştlük inancının İran’ın hangi coğrafyasında, kaç yılında ortaya çıktığı tam olarak belirlenememişse de genel görüş Doğu İran bölgesinde,  MÖ. 628-551 yılları arasında, daha genel ifade ile de 7.ve8.yüzyıllarda ortaya çıkmıştır. Zerdüştlüğü ortaya tek tanrı inancı olarak ortaya atan kişi ise Zerdüşt adında biridir; hatta peygamber olarak da kabul edilir. Zerdüştlük hakkında tarihçilerin elinde çok fazla veri yoktur. Nedenleri hakkında ise bilinenler şöyledir: 1)Makedonya kralı İskender’in Pers Devleti’ni yıktığında bu devletin resmi inancı olan Zerdüştlükle ilgili kutsal kitapları yaktırmış, mabetlerini yıkmasıdır. Pers diyarını Helenleştirme çabaları. 2)İslam ordularının Sasani Devleti’ni yıkıp, şehirlere girdiği zaman yağmalanmasıdır. Zerdüşt peygamberin hayatı ile ilgili elde olan veriler ise: Zerdüşt’ün annesi bir ışık huzmesi tarafından ziyaret edilir ve hamile bırakılır. Bazı rivayetlere göre Zerdüşt’ün babası yok iken, bazı rivayetlere göre de babası vardır adı da Puruşuşpa’dır. Zerdüşt çocukluğundan itibaren yaşıtlarından farklı bir çocuk olmuştur. Bu çocuk sürekli bir arayış içerisinde olmuş, 20 yaşından sonra da sık sık ıssız yerlere, dağlara çıkmış Gaitya nehrini mucize ile geçer, 45 gün inzivaya çekilir. Zerdüşt 30 yaşına geldiğinde ise tanrı Ahura Mazda’nın temsilcisi olan melek Vohu Mana, onu, Ahura Mazda ile görüştürmüştür.  Ahura Mazda, Zerdüşt’ü onun öğretilerini yaymakla görevlendirmiştir.  Zerdüşt bu görevi kabul etmiş ve yaşamı boyunca da tanrı Ahura Mazda’nın öğretilerini yaymak için çalışmıştır. Bu öğretilere göre Ahura Mazda maddi-manevi evrenin tek yaratıcısıdır. O, her şeyi bilen, iyi ve adil bir tanrıdır. Varlık, doğruluk- kötülük arasında paylaşılmıştır. İyilik, doğruluk ve evrenin tek yaratıcısı Ahura Mazda iken Ehrimen kötülüğün, yalanın tanrısıdır. Bu iki güç arasında sonsuza kadar savaş olacak. Ve nihayetinde savaşı iyilik, doğruluk olan Ahura Mazda kazanacaktır. İnsanoğlu da kendi kaderini kendi çizecek ve ya doğruluğu seçecek ya da kötülüğü, yalanı, düzenbazlığı seçecek. İnsanlar kendi seçimlerinin sonucunda ise ya cennete ya cehenneme gidecektir.  Kişi öldükten sonra yaptıkları bir terazide hesaplanır. Eğer iyilikleri terazide ağır basarsa Chinvat/Çinvat denilen köprüyü rahatlıkla geçip cennete gider, yok eğer kötülükleri ağır basarsa köprü daralır ve cehenneme gider. Cennete giden ruhlar için orada, güzel bir kız suretinde kendi eşi ile buluşup birleşir, sonsuza kadar mutlu, mesut yaşar; inanca göre her ruhun ilahi âlemde bir sureti ya da eşi vardı. Kişi dünyada yaşadığı zaman Ehrimen tarafında ise öldükten sonra cehenneme gider, ama günahlarından arındıktan sonra cennete de gidecektir. Bu tek tanrıyı inançta insan öldükten sonra bedeni toprağı kirletmesin diye sessizlik kulesi denilen yüksekçe bir yere çıkarılır. Orada vahşi hayvanlar ve akbabalar tarafından yenir. Kalan kemikler ise toplanarak toprağa gömülür. Zerdüştlük iyilik- kötülük, aydınlık-karanlık, doğruluk-yalan üzerine temellendirilmiştir. Bu düalistlik ya da zıtlık semavi dinlerdeki gibi bir metafizik boyutta değil de ahlaki boyuttadır. İnancın üç ana prensibi vardır: Hamata – Hakata- Hvasşta yani iyi düşünülsün, iyi söylensin, iyi yapılsın. İyi davranış, iyi söz, iyi düşünce… Ahura Mazda ya da Zerdüştlüğün simgesi ateştir. Eski çağlardan itibaren topluluklar sıcaklığı, temizliği, aydınlığı vermesinden ötürü ateşe özel önem atfedilmiştir. Zerdüştlükte de bu özelliklerinden ötürü önem verilmiştir, ama hiçbir zaman ateşe tapınılmamıştır, tapınma nesnesi olmamıştır, yani tanrı olmamıştır. Ateşe verilen bu kutsallıktan ötürü ateşte kullanılan yakıtların kuru ve temiz olmasına dikkat edilmiştir.  Hatta kutsal ateşin önünde yapılan dualarda din adamları nefesleriyle ateşi kirletmesinler diye ellerine eldiven giymiş, ağız bölgelerine maske tarzı bez bağlamışlardır. Ateş hiçbir zaman üflenerek söndürülmemiştir. Çünkü üflenmesi ile saflığın, sıcaklığın, aydınlığın simgesi ateş kirlenir. Ayrıca suyun kirletilmesi de yasaktır. Horoz, inek ve köpeklere de önem verilmiştir. Dualar için Ateşgede denilen sunaklar yapılmıştır. Bugün "minare" kavramının buradan geldiği söylenir. Minare ateş yakılan yer anlamında, tanrıya ulaşmada kullanılan yer. Zerdüştlük öncesi inancına göre insan kendi ömrünü uzatabilmesi için çok fazla hayvan kesmelidir.  Zerdüşt bu inancı yasaklar. İbadet için ateş yakmasının yeterli olduğunu söyler. Kişinin güçlenmesi için, iyi bir şekilde beslenebilmesi için et yemesi lazım. Ama kitle halinde hayvanların katledilmesine karşı olan Zerdüştlük uzun bir  ömür için hayvanların öldürülmesine yasak getirmiştir. Zerdüştlük inanıcından ziraat ve hayvancılık önemli olmuş ve bu yüzden de tarımı, hayvancılığı aksatan her şey haram kılınmıştır. Örneğin oruç tutmak. Göçebelik, tarıma ve hayvancılığa zarar verdiğinden benimsenmez. Bir de insanların toplumdan soyutlanarak yaşaması da yasaktır. Toprağa tohum ekmek, ağaç dikmek bir ibadet sayılmıştır. Hayvanlara, insanlara faydası olan hayvanlara iyi davranılmalıdır. Şefkatli olunmalıdır. İnsan, bedenine iyi bakmalı ve onu hastalığa götürecek her şeyden, yalan-yanlış işlerden uzak durmalıdır. Zerdüştlükte diğer bir ibadet sayılan şey namaz kılmaktır. Bazı kaynaklar gün de üç bazı kaynaklar günde beş defa dese de inancın özünde namaz kılmak vardır. Kıble güneştir, eğer güneş yoksa o zaman ateş olur kıble. Duadan önce abdest alınır; el, ayaklar ve yüz yıkanır. Temiz elbise giyilir. Kişi tek başına ya da toplulukla ibadetlerini yerine getirebilir. Bu ibadetleri yöneten din adamına mubit denmiştir. Rahipler de kendi aralarında Herbir- Mubit- Destur Mubit olarak sınıflandırılmıştır. Avesta ise dinin kutsal kitabı sayılmıştır. En eski metinlerine Gathalar denilmiştir. Zerdüştlükte evlilikte Zerdüşt şunu söylemiştir “ Size kitap bıraktım, sizi şuura davet ediyorum. Kızınız, bacınız, ananız size haram kılındı ” en fazla teyzekızı ile evlenebilirsin. Evlilik önemlidir çünkü tek tanrı Ahura Mazda’nın yarattıklarını çoğaltmak lazımdır. Soylu, dini bütün bir kadınla evlenilmeli, çocuk sahibi olunmalı. Çocuklar iyi yetiştirilmeli. Zerdüştlük inancı kendini Ahamenitlerin mirasçıları olarak gören Sasani Devleti dönemi yükselişe geçmiş, ama İslam ordularının İran’a gelip devleti yıkmasıyla düşüşe geçmiştir. Bir kısım insanlar inançlarından vazgeçmiş(cizye vergisi vermemek için, gizliden gizliye inançlarını sürdüşmüşlerdir)Müslüman olmuş, bir kısım Zerdüşt ise bugünkü Hindistan bölgesine giderek orada dinlerini yaşamaya devam etmişlerdir. Hindistan’a göç eden Zerdüştler burada Parsi adını almışlardır. Ve Hindistan’ın Kast Sistemi onların inançlarını korumada ve süreklilik göstermesinde etkin olmuştur. Sasani Devleti, İran’da Zerdüştlüğü tamamen monotesit bir din haline getirmiştir. Mobitler yardımıyla kutsal metinleri yazıya geçirilmiştir.(aynı dönemde İznik Konsili’de olmuştur) Bireylerin toplumlaşmasında önemli olan kimlik olgusu dinle sağlanmıştır eski zamanlarda. Bu kimliklerden biri de Zerdüştlüktür. Tıpkı İslam, Hıristiyanlık, Yahudilik gibi. İran coğrafyasının yakın tarihinden olan Pehlevi hanedanlığı tıpkı tarihlerindeki Sasaniler, Ahamenitler gibi toplumu birleştirmek için Zerdüştlük kültürünü devletin merkezi haline getirecekti. 1920’lerde iktidara gelen Pehlevi hanedanlığı, modern bir İran yaratmak için ilk önce Batı’ya öğrenciler gönderirken İran’ın kültürel, iktisadi farklılıkları olan halkı bir araya getirmenin anahtarını da Zerdüştlükte bulacak ve politikalarını bu inanç ekseninde izlemeye başlayacaktır. Rıza Şah önderliğinde İran’da bir radikal dönüşüm başlamış ve 1979 Humeyni iktidarına kadar da devam etmiştir. Rıza Şah ulusal bir kimlik yaratmayı antik döneme geri dönerek,  Zerdüştlük ile çabalayacaktı. Antik geçmişe ait desenler yer almaya başlayacak; gazetelerde eski İran motifleri öne çıkarılmış, antik Fars krallarına övgüler yapılmıştı. Ay takviminin yerine ilkbaharın ilk günü 21 Mart’ı başlangıç kabul ederek güneş takvimini getirilmiştir. Müslüman ayların isimleri Horkad- Tir- Şehrivar- Mehir- Azar gibi Zerdüşt terimleri olmuştur. Pullar, Ahamenit İmparatorluğuna başkentlik yapmış Persepolis kenti, kral Dora’nın figürü, Ardaşir’in tanrı Ahura Mazda’da yönetim için atandığını gösteren kabartma, kral Kyrus’un mezarı … gibi semboller kullanılmıştır. Pehlevi ulus inşa kimliğinde Pers dilini devreye sokmuş ve Zerdüşt kültürünü yaymaya çalışmıştır. Hindistan’daki Parsi’leri İran’a gelmelerini istemiş, 1932 yılında Hindistan’daki Parsi Delegasyonu’nu İran’a davet etmiştir. Pehlevi hanedanı 1935’ten sonra İran kavramını tekrar kullanmaya başlamıştır; o zamana kadar “Persia” olarak anılan ülkenin adını bir kararname ile “İran”olarak değiştirmiş ve yurtdışından gelen “Persia” yazan bütün postaları açılmadan geri gönderilmesini emretmiştir. Pehlevi ırklarının adı olan Aryanların doğduğu toprak anlamına gelen “İran”kavramını tekrar kullanımına girmiştir. Şah, kendine de “Orta Persçe dili” anlamına gelen ve Hellen kültürüne karşı gelen Partlar döneminde yaygın olarak kullanılan “Pehlevi” kelimesini soyadı olarak almıştır. Pehlevi dönemi bu radikalleşmeyi çağının siyasi oluşumlarından ayrı tutamayız. Pehlevi iktidarı başa geçtiğinde Almanya’da üstün Alman ırkını savunan Hitler vardı. Pehlevi hanedanlığı Alman ırkı söylemlerinden etkilenerek saf Arya ırkınını arkeolojik kazılarla ülkesinde inşa etmeye çalışmıştır. Fars dilinde eserler ortaya çıkarılmış, kültürde de yukarıda yazdığımız gibi Zerdüştlükten esinlenmiştir. Zerdüştlüğe Mazdeizim olduğunu söyleyenler olsa da bu yanlış bir bilgidir. Çünkü bu inanç Mazdek tarafından ortaya atılmış ve bu inanca göre mal-mülk ve kadınlar toplumun ortak malı olmalıdır. Zerdüştlükte böyle bir şey yoktur. Zerdüştlüğün ahlaki, hukuki kaideleri yüzyılıca süren bir medeniyetin temeli olmuştur. Çünkü Zerdüşt’ün hukuk, filozof, sosyolog, politikacı görüşleri Pers diyarının medeniyetin temeli yapmıştır. Ve onu bir peygamber statüsüne yükseltip, öğretilerini de bir din olarak olarak meşrulaştırmıştır.  Zerdüşt İslam dininde de bir peygamber olduğu söylenir. Zerdüşt ve Zerdüştlük bölgeye tek tanrı inancını getiren, kendinden sonrada gelen inançlarda da dinlerde de kendine yer bulduran bir ahlaki sistemdir. Bazı araştırmalar özellikle de semavi dinlerde olan ritüellerin Zerdüştlükten kaynaklandığını yazmışlardır. Örneğin Mesih inancı Zerdüşt tanrı ve tanrıçalarda bulunan nitelikleri tek tanrıda toplayarak çok tanrıcılığın yeryüzünde silmeye çalışan dinlerden biridir.

  • BUDA ve BUDİZİM - Tarih

    BUDA ve BUDİZİM - Tarih MÖ.6.yüzyılda Kuzey Hindistan’da Siddhartha Gautama adı verilen bir erkek çocuk dünyaya gelmiştir. Bir prens olarak doğan Gautama lüks ve rahatlık içinde, dış dünyayı tanımadan büyümüştür. Evlenir, bir erkek çocuğu olur.  29 yaşına gelen Gautama, evini terk ederek yaşam ile ölümün arasındaki gerçeğin arayışını bulmak, ruhani aydınlanmayı keşfetmek için durmadan yürür. 36 yaşına bastığında o peşinde olduğu aydınlanmayı yaşar. Bu aydınlanmadan ötürü de kendisine “Buda” denilmiştir. Buda, yakın arkadaşı olan beş kişiye öğretilerini anlatarak onlara bu öğretileri insanlara yayması için görev vermiştir.  80 yaşında ölen Buda’nın cesedi yakılır. Külleri on parçaya ayrılır. Bir kısım öldüğü yerde stupa, diğerleri başka stupalarda koruma altına alınmıştır. Buda’nın hakkında biri mit diğeri tarihsel olarak iki söylem bulunur. Bunlardan mitsel olanı şöyledir: Guatama’nın annesi bir gece rüyasında ilahi varlıklar tarafından Anavatapta gölüne götürülmüş, orada yıkanmıştır. Annenin çevresine ışık saçarak gökten inen ve nilüfer çiçeği bulunan bir fil inerek karnına girer.  Anne bu rüyayı yorumlatır. Aldığı cevap evrensel rehber olacak bir erkeğe hamile kaldığıdır. Bu çocuk doğar doğmaz yedi adım atar ve etrafına gülücükler saçar.  Hem anne karnında hem de doğduktan sonra gittiği her yere bereket, bolluk götürür, mucize götürür. Bu çocuk tanrının bedenlenmiş halidir. Tarihsel olarak baktığımızda Guatama, Kast Sistemi’nin ikinci sınıfı olan Kşatriya yani savaşçılar sınıfından olan bir prens. İyi bir eğitim alan Guatama, bolluk, rahatlık ve lüks içinde dünyadan uzak bir şekilde yaşamıştır. Evlenir, çocuğu olur, ama sonrasında varoluşsal bir buhran yaşararak evini terk eder.  Yolda karşısına çıkan insanlar Guatama’da arayış aşkını değiştirir. Bir dolunay gecesinde Ganj Nehri’nin kollarından Goya’da Bodhi denilen bir tür incir ağacı altında Nirvanaya ulaşır. Yol boyunca karşılaştığı insanlar, onlarla girdiği diyaloglardan ötürü rahat ve münzevilikten uzak bir yol izler Buda.  Bu yola Sekiz Dilimli Yol der. Buda 36 yaşına kadar acının, ıstırabın ne olduğunu, kaynağını, aydınlanmaya giden yolu öğrenir. Buda, vaazlarını yakın beş arkadaşına anlatmak için Varanasi şehri yakınlarındaki Geyikli Parka giderek onlara da söyler. Bu vaazlarla Dharma Çarkını harekete (Sekizli Yol) geçirir.  Ve dizimde tekerlik önemli sembol olmuştur. Vaazlar her meslekten insanlara ulaştırılır. Sanah denilen Budist keşişler dünyayı dolaşarak insanların eşitliğini, barışı, sevgiyi, nirvanayı …gibi Buda öğretileri yaymışlardır. Siddhartha Guatama ya da Buda 45-46 yıl daha yaşar. Yaşadığı zamanki evrede Ganj Havzası’ndaki her sınıftan insanlara deneyimlerini anlatarak onları ruhi aydınlanmaya davet etmiştir. Kendisine verilen unvan ile Buda’nın bütün dünyaya yayılan, diğer inanışlarla karşılıklı etkileşim içine giren öğretilerine kısaca bakacak olursak: Öncelikle Budizm doğduğu topraklardaki inanış olan Hinduizm’in çok tanrıcılığına, Kast Sistemi’nin oluşturduğu insan ayrımcılığına ve Brahmanlar denilen din adamlarının otoritelerine karşı çıkmıştır. Budizm’in merkezinde değişiklik kavramı bulunur. Hatta bu yüzden Hinduizm’de “ebedi ve değişmez öz” olarak kabul edilen atman inancına karşılık Buda “anatta/anatman” yani “hiçbir özün olmadığı” görüşündedir. Hiç bir şekilde bir öz varlığı kabul etmeyen Buda’nın Tanrı düşüncesini bize gösterir. Bilim adamlarının bazılarına göre bu yüzden Budizm’im bir ateistliktir. Ancak bir kısım Buda’nın öğretilerine bakıldığında tanrın varlığı,yokluğu ile ilgili tam net bilgi olmadığını söyler. Metafizik sorulara cevap vermeyen Buda’nın sonraki süreçlerde heykelleri yapılmasıyla Tanrı ile ilgili boşluğun yerini almıştır. Budizm, Hinduizm’e karşı gelişmişse de bu iki inancın ortak yanı da vardır. Bu ortak yan karma düşüncesidir. Kişinin dünyada var oluşu, onun eylemlerinin ya da iradesinin ahlaki sonuçlarına göre belirlenir. Bu noktaya kadar karma düşüncesi her iki inanç için ortaktır. Ayrılan özellik ise Hinduizm’de ruh-öz ya da beden reenkarnasyon sürecinde değişmeden kalmıştır. Budizm’de ise –yukarıda da belirttiğimiz gibi- değişim merkeze alınarak ruh-özün ya da bedenin saf kalmadığıdır. Ve Budizm buradan yola çıkarak kaderci anlayışa karşıdır.   Daha da açacak olursak, Budizm’in Hinduizm’in ve karmanın anlayışına karşıdır; Budizm, önceki eylemlerin sonraki eylemleri zorunlu olarak etkilediğini kabul etmekle birlikte, bu etkinin şimdiki bireye bağlı olduğunu savunur, seçme özgürlüğünü kullanarak geçmişin negatif etkilerini reddedilebileceğini savunur.   Budizm temelinde insan merkezli bir ahlaki felsefe öğretisi vardır. Amaç insanları acı ve ıstıraptan kurtararak ruhani aydınlatmaya yani Nirvanaya kavuşturmaktır. Hinduizm’in soyut metafiziğine karşı olan Budizm’in bir din, inanış olarak görülmesinin sebepleri ise kutsal metinleri olması, bayramları, mabetleri, cemaatleri olmasıdır. Budizm’e göre kendisinin de tecrübe ettiği 4 gerçek vardır. Bunlar: 1-    Dukkha, Hayat acı ve ıstıraptır: Ölüm, hastalık, yaşlılık, sevdiğiniz şeylerin devamı olmaması, istediğimiz şeylere ulaşmama acı ve ıstırap verir. 2-    Samudaya, Acı ve ıstırabın nedeni istek ve arzulardır:  Acı çekmenin nedeni istek, hırs ve arzulardır. İnsan istediği, arzuladığı şeylere ulaşamadıkça acı çeker. 3-    Nirodya, Bu acı ve ıstıraba son verilmelidir:  İstek, arzu, heveslerden vazgeçilirse acı ve ıstırap son bulacaktır. 4-    Marga, Bu acı ve ıstıraba son vermenin yolu Sekiz Dilimli Yol’u  takip etmekle geçer. Sekiz Dilimli Yol: 1-Doğru Söz: 2-Doğru Davranış:  Hiçbir varlığa zarar vermemek, hırsızlık yapmamak, zina etmemek, yalan söylememek, insan aklını sersemleten her şeyden uzak durmak. 3-Doğru Kazanç/meslek: Zarar veren kazanç elde etmemek, böyle bir meslekte çalışmamak. 4-Doğru Çaba : İyi ve güzel alışkanlıklar edinmek. 5-Doğru Muhakeme/farkındalık: kişinin yaptığı her eylemin farkında olması, kendini muhasebeye çekmesi. 6-Doğru Murakabe/meditasyon : Derin düşünme ve tefekkür sahibi olma. 7-Doğru Anlayış: 8- Doğru Niyet:   Bu Sekiz Dilimli Yol dünyevi arzuları dindirerek Nirvana’ya yani ruhi aydınlanmaya ulaşmaktır. Nirvana’ya ulaşan kişi yeniden doğum-ölüm olayından (reenkarnasyon) kurtulmuş olur. Buda’nın ölümünü takip eden yıllar içinde üç konsil yapılır. ( dördüncü konsil yapılır, ancak pek kabul edilmediğinden üç konsil kabul edilir.) Bu konsillerde Budacılıkla ilgili her şey Pali dilinde yazıya geçirilmiştir. Bu sebepten ötürü Buda metinlerine Tripitaka yanında Pali metinleri de denilmiştir.  Tripitaka/Üç Sepetler isimli metinler üç bölüme ayrılır: 1)    Vinaya Pitake: Disiplin . Sangha ve keşişlerle ilgili usul ve kaideler içerir. 2)    Sutta Piteka: Öğretiler . Buda ve öğrencileri arasında geçen diyalog ve vaazları içerir. Tipiteka’nın en önemli kısmını oluşturmuştur; Buda’nın fikirlerini veren, bunun için “dhamma” sepeti de denilen kısımdır 3)    Abhidharma Piteka: Felsefe.  Budizm’in felsefi ve psikolojik yorumlarından bahseder.   Tıpkı diğer din ve inançlarda olduğu gibi Budizm’de de zaman içinde mezheplere ayrılır. Pali metinlerine dayanan eski Budizm I.yüzyıldan itibaren Hindistan’da yok olmaya yüz tutar. Buda’nın heykelleri, resimlerinin yapılması yasak iken daha sonra bu yasak kaldırılmıştır. Hindistan’daki Kuşan İmparatorluğu’nun kralı Kanişka, Buda inancını devletin resmi inancı haline getirmiş, Buda kabartmalarını sikkelere bastırmıştır. Zamanla diğer dinlerin içinde yaşayacak ve eski Brahman inancındaki Rama ve Krişna gibi insan biçiminde bir tanrıya dönüştürülecekti Budizm. 18 mezhebe ayrılan Budizm’in en yaygın olanı “büyük araba” anlamına gelen Mahayana ve “küçük araba” anlamına gelen Hinayanadır. Kuzey Budizmi olarak anılan Mahayana Lamaizm, Çin Budizmi ve Zen gibi çeşitliliğe sahiptir. Hinayana , Güney Budizm olarak adlandırılmış olup Sri Lanka, Birmanya, Tayland, Vietnam, Loas gibi ülkelerde yayılmıştır. Yüe-çi’ler tarafından kurulan (bazı kaynaklar Yüe-çi’ların Türk olduğunu söyler) Kuşan hanedanlığı batıya doğru ilerleyerek Budizm’i diğer dinlerle karşılıklı etkileşime bırakmıştı; Zerdüştlük, Roma, Yunan, Yahudilik, Hıristiyanlık gibi. Bunlar Mahayana mezhebindendir. Budizm tarihi süreç içerisinde hem Hinduizm’e yakınlaştırılırken hem de İslam ordularının Hindistan’a doğru yayılması Budizm’in itibarını kaybetmesine neden olmuştur. Budizm, Çin, Mançurya, Moğolistan, Seylan, Tayland, Burma, Kamboçya, Laos, Vietnam, Singapur, Japonya, Kore gibi Asya ülkelerine yayılmıştır. Budizm, gittiği ülkelerde öğretilerinden yola çıkılıp, zihin yoğunluğunu daha da artırarak varlığını sürdürmüştür. Bunun en güzel örneği ise Japonya’dır. Çin aracılığıyla Japonya’ya giden Budizm burada zihin tecribesini daha da yoğunlaştırarak Zen adı verilen düşünce biçimini ortaya çıkarmıştır. Japonya’nın inancı olan Şinto Budizm’in içinde erimiştir. Budizm’in kendi içinde geliştiren ülke daha çok Çin ve Japonya olmuştur. Japonya’da edebiyattan sanata, eğitimden estetiğe kadar bütün alanlarda kendini göstermiştir. Ritüeller ***Pali metninde geçen ve Tri-ratna/üç cevher denilen "Buda’ya, Dhamma’ya ve Sanha’ya sığınırım" ifade edilir. Buda’nın, kim ki sımsıkı üç cevherin faziletlerine güvenirse onun karşıya geçmek üzere nehre girdiğini, yani aydınlanmaya kavuşma ve Nirvana’ya ulaşmaya namzet olduğu söylenir. Bu üç esastan birini kabul etmeyen Budist olmaz. Dhamma: Buda telkinin esası, doktrini. Hıristiyanlıkta İsa, İslam’da Kuran’a benzer bir öneme sahiptir. Sangha: bekar keşişler, rahipler topluluğu. Rahipler manastırlarda topluca münzevi şekilde yaşarlar. Hiç rahip olmayan Nirvana’ya ulaşmaz. Ritüelin merkezinde Buda vardır. Kişi istediği bir vakitte Buda heykelinin veya ona ait sembolün önüne gelir, diz çöker, ellerini yüz hizasında avuç içleri yan yana olacak şekilde birleştirerek Buda’ya, Dhamma’ya ve Sangha’ya sığınırım der. Sonra kutsal metinlerinden pasajlar okur.  Bazen bir secde pozisyonunda da ayinlerini sürdürürler. Tapınaklara girerken ayakkabılar çıkarılır. Evde de ibadet yapılır, ama muhakkak bir Buda heykeli bulunmalıdır. Budistler, dua ederken tekerlekleri veya tespihleri kullanırlar. Çarka adı verilen tekerlekler dharma ve samsara çakralarını sembolize eder. Malasa adı verilen tespihler 108 taneden oluşur. Zihin ve bedenin uygunsuz istek ve arzularını kontrol altına almak için meditasyon ve yoga da uygulanan bir ritüeldir. Ayin yerlerine Vihira denir. Vihira’lar genel ayin salonu, meditasyon odası, keşişlerin kaldığı odalar, stupa(kutsal emanetler bölümü) ve avludan oluşur. Tıpkı bizim kültürümüzde yer alan külliyeler gibi. Budistler Ay takvimini kullanırlar. Her ayın birinci/hilal ve on beşinci/dolunay günlerini ziyaret etme günleri deyip(uposatha) Vihara’larda meditasyon yaparlar.  Her ay yapılsa da bu bayram dışında mezheplere göre kutladıkları bayramları da vardır. Budistlerin kutsal saydığı mekânlara ziyaretleri de vardır. Bu hac ziyaret yerleri 1-Lumbini : Buda’nın doğduğu yer olup, sembolü beyaz fildir. 2-Bodh Gaya : İlk aydınlanmaya erişildiği yerdir. Sembolü Bodhi ağacı/yabanci İncir ağacı 3-Sarnath : İlk vaazın verildiği yer olup, sembolü Sekiz Dilimli Yol’dur. 4-Buda’nın  öldüğü yerdir. Sembolü ise Stupa’dır. Bu dört yer dışında Buda’nın hayatıyla bağlantılı mekânlar da vardır. Hatta bunlardan biri de 2008 yılında Taliban tarafından yıkılan Afganistan’daki Bamiyan. Buradaki Budalar bir dağ üzerine oyularak yapılmış iki Buda heykelinden oluşmaktadır. Sadece keşişlerin uyması gereken kurallar: yasaklanmış zamanlarda yiyip-içmekten sakınmak(oruç), dans etmek, şarkı söyleme vs sakınmak, süs ve güzel kokudan uzaklaşmak, geniş ve rahat yataklardan sakınmak, altın, gümüş gibi hediyelerden sakınmak. Buda ölmeden önce ne bir kutsal kitap bırakır ne de kendisine bir hale. O kişinin kendi içine ışık tutmasını istemiştir her zaman. Ölüm merasiminde onun öğretilerini yaşatmak görevini Sangha denilen teşkilat üstlenir. Sangha üyeleri genellikle faaliyetleri, sabah erkenden kalkar, dua eder, günlük yiyeceğini toplamak için dilenciliğe çıkar. İki öğünlük yiyeceğini sadaka tasına biriktirdikten sonra manastırlarına dönüp, öğleden sonra kutsal kitap okuma, meditasyon, ve dua ile geçirirler. Bazı İslami yazarlar Buda’nı Kuran-ı Kerim’de bahsedilen peygamber Zilkifl olduğunu yazmışlardır. Kuran’daki Tin süresinde zikredilen incir ağacının Buda’ın Nirvana’ya ulaştığı yabani incir ağacı/Bodhi olduğu da belirtilir. Buda’nın doğumu, yaşamı hakkında çeşitli rivayetler olsa da gerçek olan şu ki, Buda zamanının bir filozofu, ruhani öğretmeni olmuştur. Onun dört ana gerçeği, Sekizli Dilimli Yol’u kendisinden çok çok sonraları bile kabul edilerek yaşamaya devam etmiştir, edecektir de. Buda’nın ruhsal görüleri, dünyaya bakış felsefesi, derin düşünce uygulamaları tarihi süreç içerisinde evrenselleşerek, onu bir düşünür kabul ettirmiştir. Budizm’in en karakteristik özelliği ise Yüce bir varlığa ya da tanrının varlığı-yokluğu ile ilgilenmemesidir. Her gittiği kültürde uyum göstermesidir. Bu da onun dünyaya kolay yayılmasını sağlayan etken olmuştur.   Sekiz Yol

  • PATRONUN GÖZÜYAPAY ZEKÂNIN SOSYAL TARİHİ - Kitap Tavsiyesi

    PATRONUN GÖZÜYAPAY ZEKÂNIN SOSYAL TARİHİ - Kitap Tavsiyesi Matteo PASQUİNELLİ Çeviren: Elçin GEN Yayınevi: Metis Yayınları Tür: Teknoloji, Araştırma-İnceleme Basım Tarihi:2025 Sayfa Sayısı:307 Buhar makinesi ile başlayan Sanayi Devrimi çağımızda kimilerine göre dördüncü kimilerine göre beşinci evreyi yaşıyor. Günümüzde yaşanan son evrenin ürünü ise yapay zekâ olmuştur.  Yazar, bu yapay zekâya gelinen tarihi süreçteki adımları incelemiştir. Kitap, ilk olarak teknolojinin ya da yapay zekânın bir kol emeğimi yoksa zihnin emeği mi sorularını sordurtarak sizleri bir düşünmeye davet eder. Tabi bunu yaparken de sanayi çağının yazarlarından bolca alıntılar yaparak –Marx, Babinger, Tpomson, Hodgskin gibi-  konuya dair farklı fikirleri sunmuştur. Kitabı okurken makinelerin genel amaçları kişilerin yetilerini baskı altında mı tutmak? Makineler bireysel mi yoksa ortak emeğin analitik zekâsından mı meydana geldi,  gelişti ve gelişmeye de devam edecek? Makine alanında bilgi bir üretici ve ekonomik güç mü? gibi sorular sizi bu alanda daha fazla okumaya ve kitabı elinizden düşürmemeye yönlendirecektir. Kitaptaki terimsel, teknik kavramların olması, bu alanda çok fazla okuma yapmayanlar için kitap zorlayıcı gelebilir. Ama makineye, yapay zekâya dair ilginiz, merakınız varsa yavaş yavaş, sindirerek, anlamakta zorlandığınız her paragrafı tekrar tekrar okursanız tat alacağınız, bilgileneceğiniz kitaplardan olacaktır. PATRONUN GÖZÜYAPAY ZEKÂNIN SOSYAL TARİHİ - Kitap Tavsiyesi

  • MAHYA İBLİSİ -Kitap Tavsiyesi

    MAHYA İBLİSİ -Kitap Tavsiyesi Hürer EBEOĞLU Yayınevi: Bilgi Yayınevi Tür: Roman Basım tarihi:2024 Sayfa Sayısı:172 III.Osman dönemindeki İstanbul’un bir tasvirdir romanımız. Osmanlı İmparatorluğu’nun otoritesini, tebasının vicdanını sorgulayan yazar, okuyucularına da kendi zamanının otoritesini, adaletini, insanların suskunluğunu, düşündürerek vicdanını sorgulatır romanında. “Şakşakçı olma” “Kul olma insan ol” “Önüne gelene kavuk sallama” “Korkma Mahkem-i Kübra kapandı” gibi sözlerle aslında bir vicdan uyandırma romanı yazmıştır yazarımız. Bir cümle ile insanların aydınlatacağına inanan Mahya İblisi’nin de dediği gibi “Vicdanımızın susturulmasından daha tehlikeli olan şey içimizdeki terazinin bozulmasıdır.” MAHYA İBLİSİ -Kitap Tavsiyesi

  • STALİNGARD’DA KARTOPU- Kitap Tavsiyesi

    STALİNGARD’DA KARTOPU- Kitap Tavsiyesi Nedret KILIÇ Yayınevi: Remzi Kitabevi Tür: Roman Basım Tarihi:2023 Sayfa Sayısı:280 Derisi siyah bir kıza âşık olmasıyla başlar Farko’nun hikayesi. Ustası Çaykovki, annesi Roza, Güzel Ağa, Sophie’nin aşkı, Mavi, Moria, Meryem, Aliyar… gibi kahramanılar aracılığıyla Farko’nun hikayesi sizi beş ülkeye götürür. İnsanların zulmüne, aşkına, sevgisine, savaşına, işkencesine, açılığına, yoksulluğuna, hırsına, ölümüne bir bir tanılık ettirir Farko’nun hikayesi. Zerdüştlük, II.Dünya Savaşı, Stalingard kuşatması, Marshall Planı, milliyetçilik gibi çağlarının kavramlarına da yer verir Farko’nun hikayesi. Nedret Kılıç’ın o güzel kaleminden bir Farko hikâyesi. Zamanlarda dolaştıran cümleleriyle, yumuşak diliyle romanı elinizden bitiremeden bırakamayacaksınız.  Bir de romanımız da şiirler yer alır. Şiirler birer kartopuna dönüşüp sizi yüreğinizden vuran, cız ettiren aşk, tutku şiirleri. Siyasi, toplumsal olayların merkezindeki duygular, davranışlar,  felsefe ile kaynaşan romanlardan. İnsanları, toplumu anlamanın yollarından biridir romanlar. İşte o romanlardan biri de Stalingard’da Bir Kar Topu. STALİNGARD’DA KARTOPU- Kitap Tavsiyesi

  • White Facebook Icon
  • Instagram
  • X

Bilge Zevat

Bilge Zevat Baykuş

© 2024 by Kâşif

bottom of page